Düzeltilecek
Şems, sufîlerin hangi kısmındandır?
Şems, sûfîlerin hangi bölüğündendir, daha doğrusu o, bir sûfî midir? Kur'ânı «Varlık Birliği» (Vahdet-i Vücûd) esasına göre tefsir eden [16] meşhur sûfîlerin hal tercemelerini yazıp bir «Tabakat» meydana getiren, Melâmet ve Fütüvvete aid iki risalesi bulunan [17] ve daha bazı eserleri olan Ebû-Abdürrahman Sülemî (ölm. 1021 - 1022. 412. h.), «Risâlat-al-Malâmatıyya» da sûfilerle melâmet ehlini ayrı kategorilerde mütalâa etmiş ve ondan itibaren bu telâkki, esas bir telâkki olarak kabul edilmiştir. Sülemî, hâl ehli olanları Ubbât, Sûfiyye ve Şuttâr adlariyle üçe ayırır. Ona göre birinci kısım, yâni ibadete koyulan zahitler, bir şeyhe intisab etmeden Tanrıya ulaşmaya çalışanlardır. İkinci kısım, bir şeyhe intisab ederek esmâ'yı, yâni Tanrı adlarını anmakla ve muayyen duaları okumakla bu manevî yolu aşmaya uğraşanlardır. Bunların topluluk yerleri, hususî törenleri ve kendilerini halktan ayıran kıyafetleri vardır, yâni yolları mümkün olduğu kadar sistemleş-miştir. Üçüncü kısımsa aşk ve cezbeyi esas tutan ve hiçbir surette halktan ayrılmayan, kendilerini herkesten aşağı görerek başkalarını değil, kendilerini kınayan bir bölüktür ki neşeleri bakımından «şakraklar» (Şuttâr), meslekleri bakımından da «kınananlar» (Melâmetiyye) adını almışlardır. Bunlara, yahut sûfiyyeye mensup veya mütemayil olmak dolayısiyle bunları en yüksek sayanlar, yahut sûfîleri bunlardan üstün görenler vardır.
Sâsânîler devrinden beri bulunan ve askerle pazarcılar ve sanat ehli tarafından temsil edilen Cüvan-mertlik ve Ayyarlık da VIII. yüzyıldan (II. h.) itibaren İslâmîleşmiş ve geleneklerini İslâm dinine uydurarak esnafı teşkilâtlandırmıştı ki bâtını bir karakter taşıyan, aynı zamanda iktisadî bir müessese olan bu tasavvufî mesleğe «Fütüvvet», şeyhlerine «ahî» adı verilmişti. Bu teşekkül de, hususî bir kisve ile halktan ayrılmayan, bilâkis halkın esnaf bölükleriyle sanat ehlini birleştirip teşkilâtlandıran bir teşekkül olduğu cihetle ilk zamanlardan itibaren sûfîlerden ziyade melâmet ehliyle kaynaşmıştı.
Gerek melâmet, gerek fütüvvet, bu yollara girenleri dünyadan çekmeyen, bilâkis dünyaya ve hayata bağlayan ana prensiplere sahip yollardı. Mistik olmakla beraber kuvvetli dünyevî prensipleri de bulunan bu yollar, birer tarikat olmadığından birçok tarikat ehli, melâmet neş'esine sahib olabiliyor, yahut melâmet yoluna da girebiliyordu. Sanat ehli olan veya esnaftan bir bölüğe mensup bulunan tarikat erbabı da meslekleri dolayısiyle ve tabiatiyle Fütüvvet yoluna girmiş oluyorlardı. Fakat bilhassa XII. yüzyıldan itibaren melâmet mesleğinden, bâtınî inançlara sahip tarikatler de meydana gelmeye başladı ki Kalenderîlik ve ondan ayrılan ve hakkında Ferîdeddîn Attâr'ın «Haydarî-nâme» adlı bir mesnevisi bulunan [18] Kutbüddîn Haydar'a (ölm. 1221. 618. h) mensup sayılan Haydarîlik kitabımızın «Giriş» kısmında anlattığımız Bâbâîlik, Şeyhülislâm Ahmed Nâmıkıyy-i Câmî'ye (ölm. 1141. 536. h.) nisbet iddia eden Câmîlik, meşhur sûfî İbrahim-ibn-i Edhem'i (ölm. 777. 161. h.) pîr tanıyan Edhemîlik ve XIII. yüzyılda Anadolu'da toplu bir zümre halinde gezen ve Zümre-i Abdâlân ve Rum Abdalları denen derviş taifesi tarafından temsil edilen Abdallık bunlardandır [19]. «Horasan Erenleri» denen bütün bu zümrelerin inançları aynı olduğu gibi tören ve kıyafet bakımından da bunlar birbirlerine pek yakındı.
Mevlânâ'nın şiirlerinde kalenderliğe ve kalenderîlere ait birçok beyitlere rastlıyoruz. Bu beyitlerde, bir kalendere aid hayli telmihler de var. Bunların bir kısmını yazıyoruz :
Ey er, sen küfrün ta içinden iman incisini almışsın. Cehennemdesin, cenneti elde etmiş, Kevsere sahib olmuşsun. Öylesine bir irfanın var ki ma'ruf sırrına vâkıfsın. Öylesine sâfsın, öylesine mücerretsin ki. Fakat kalenderlik rengine boyanmışsın [20].
*
Gece oldu hepsi de uykuya daldı, kendinden geçti, Hepsi de balıklar gibi suya daldı, Herkes sebeplerin derdinde, fakat onlar, kalendercesine sebepsiz yürüdüler [21].
*
Aşk ordusu geldi, şehrin ta göbeğine kondu. Ey kalender dost, hele bir kurtuluş sesi duy bakalım [22].
*
Kalender, insan değildir. Sana işte kısaca bir söz: Baştan başa bakıştan ibarettir, görüştür; gönül sözü, sükût içindedir [23].
*
Herşeyi mübah gören bir kalender çıkageldi. Ey sâki, şarap kadehiyle karşıla, böylece tâ sabahadek sun ona ey güvencim, ey bana şifa veren [24].
*
Bir kalendere, bak dedim, o gökyüzü neden iki büklüm olmuş ne derdi var? Dedi ki: Kimdir, nesi var? Aldırış bile etmeyiz biz [25].
*
Ey kalender, düğümü açan olmadıktan sonra ne diye düğümleyelim? Ey Tebrizli Şemseddin, senin güneşin gibi bir güneş bu gökyüzünde yok [26].
*
Nihayet şu kalender gönlüm, bana varlığımı unutturan bir şarap sundu da oynaya - oynaya, hırkamı çeke - sürüye meyhaneciye doğru gittim [27].
*
Ey gönül, yokluk kumarını oynayanların yolu, varlık içinde varlıktır. Ey gönül, şüphe yok ki kalender, yakıyn içinde yakıyn sahibidir. Tebrizli Şems'i duydun, ondan birşey umdun. Nihayet ey gönül, açıkça bir sevgiye, bir mahbubluk sırrına nail oldun [28].
*
Hak kokusunu kalenderin ağzından ara. Adam-akıllı ararsan şüphe yok ki mahrem olur, aradığını bulursun [29].
*
Medreseyle minare yıkılmadıkça kalenderlik düzene giremez. İman küfür, küfür de iman olmadıkça hiçbir Tanrı kulu, hakkiyle Müslüman olamaz [30].
*
Halka haram olan şarap, kalenderlere mübahtır, içer - dururlar. Sâkî, kendine gel de artık yeter, bitti deme. Nerde başlangıcımız, hani tamamlamamız? [31].
*
Kalender, hiçbir şeyle mukayyet değil gibi görünür amma sırlardan mücerret değildir. Önce birçok tikenlerin derdini çekerdi, fakat simdi baştan başa gül oldu, tikene aldırış bile etmez... Kalender gemide oturmuştur, yol alıp durmadadır, fakat kendisi yürümemekte [32].
Bütün bu telmihlerin rastgele olmasına ihtimal vermek biraz güçtür. Hele tâcir kılığında gezdiğini kaynaklardan anladığımız Şems'in bugün Konya Müzesinde bulunan külâhının, Melâmetîlikten meydana gelen Babaîlik yolundan ayrılan ilk Bektâşîlerin Horasânî elifî dedikleri taç oluşu, gerçekten dikkati çekecek birşeydir. Demek ki hususî bir kisveyle gezmemekle beraber Şems, bazan bu tacı da giyiyordu. Bu tacın kubbesinde «Allâhu rabbî», lengerinin önünde «La ilahe illâllâh», ardında «Muhammedür rasûlullâh», lengerinin iç tarafında «Bismillâhir rahmânir rahîm» yazılıdır [33]. Kalenderîlerle Bektâşîlerde de böyle yazılı taçlar vardır. Meselâ İstanbul'da Belediye Müzesinde bulunan bir kalenderi tacının üstünde «Meded yâ Ali» yazısı var. İstanbul' da, Defterdar'dan Eyüb'e gidilirken Zalpaşa camii karşısında, arkada, duvardaki taşta bulunan yazıdan Avranos Dede'ye aidiyetini anladığımız mezarın baş taşı, Şems'in külâhının aynıdır, yâni Horasânî elifî taçtır, yalnız kubbesi, fazlaca yüksektir, Burhân-ı kaatı', «zavrakıy» maddesinde «Bir nevi kalender kisvesidir ki kayık şeklinde diküp başlarına giyerler» diyerek (Terc. Matb. Âmire - 1268, s. 326) gerçekten de yandan, tam bir kayığa benzeyen bu tacı, İran kalenderlerinin giydiğini ve adına «zavrakıy» dendiğini bildirmededir. «Türkiyat Mecmuası» nda Fuat Köprülü'nün «Mısırdaki Bektaşilik» adlı makalesine eklenen ve altında «Eski Bektaşi minyatürlerinden iktibas edilmiştir» kaydını taşıyan Kaygusuz Abdal'a aid bir minyatürde de Horasânî elifî taç, yâni zavrakıy vardır. Ancak bu tacın kubbesinde dilimler ve tepesinde düğme görünmededir (c. 6, 1936 - 1939, s. 33). Köprülü tarafından kimin yaptığı ve nerde bulunduğu bildirilmeyen bu minyatür, sonradan öğrendiğimize göre Topkapı Sarayındadır ve XVIII. yüzyılda Levnî tarafından yapılmıştır. Ancak, XVIII. yüzyılda, artık bu çeşit taç olmadığı düşünülürse, Levnî'nin, bu minyatürü, eski bir minyatürden kopya ettiği sonucuna varırız.
Sultan Veled'in kızı Mutahhara Hâtunla Germiyan'lı Süleyman Bey'in soyundan gelen ve Sultan Abâ-pûş-ı Velî diye tanınmış bulunan Bali Mehmed Çelebi'nin oğlu ve Afyonkarahisar şeyhi Dîvâne Mehmed Çelebî'nin bazan düz, bazan seyfî [34] Mevlevî külâhı, bazan da «sikke-î devâzdeh küngüre-i Şemsiyye», yâni oniki terkli olan ve Şems'e nisbet edilen Kalenderi tacı giydiğini ve çok defa kalenderîler gibi çhar-darb olduğunu, yâni sakal, kaş, bıyık ve saçlarını usturayla tıraş ettirdiğini de biliyoruz (Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyân, cüz. I, s. 16 ve devamı). Bektâşîler tarafından kabul edilen ve Kalenderî, Celâli ve Hüseynî diye anılan kubbesi oniki, lengeri dört terk tacın Şems'e nisbet edilmesi de dikkate değer. Mevlânâ'nın, bir gün berbere «o kadar dipten kes ki ancak erkek olduğum anlaşılsın» deyip sakal ve bıyığını ta dipten kestirdiğini ve ertesi gün de «gıpta ederim kalenderlere, hiç sakalları yoktur. Sakalın az oluşu, insanın kutluluğuna delâlet eder» diyerek «sakal erkeğin ziynetidir. Çokluğu adama gurur verir. Gurursa insanı tehlikeye sokar» hadîsini okuduğunu ve «uzun sakal sûfîlere hoştur amma sûfî, sakalını tarayıncaya dek arif Tanrıya ulaşır» dediğini biliyoruz. (Eflâkî, 103. b).
Mevlânâ'nın kendisini Abdâl zümresinden sayıp imamlığın tasavvuf ve temkin ehline lâyık olduğunu söyliyerek Sadreddin Konevî'yi imamlığa geçirmesi de mânalıdır (140. a, Nefâhât terc. s. 518). Nihayet Mevlevîlikte Bektâşîliğin mücerret kolunda olduğu gibi tıraşın, esas erkândan olduğu da malûmdur (55. b). Filvaki Sühreverdiyye tarikatiyle diğer tarikatlerin bir kısmında da tıraş vardır amma şüphe yok ki bu, Kalenderîlikten geçmiştir. Mevlevîlikle Kalenderîlik arasındaki bu yakınlık Tibyân sahibini yanıltmış ve Kalenderîyye'yi, Mevleviliğin bir şubesi sanıp bu tarikati Dîvâne Mehmed Çelebi'ye nisbet etmesine sebeb olmuştur (47.b -77. a).
Bütün bu izahatın sonucunda biz, Şems-i Tebrîzî'yi Kaalenderiyeden göstermek cesaretini gene de kendimizde bulamıyoruz. «Makaalât» ta, bu hususta açık bir sözünü bulabilseydik tereddüdümüz kalmazdı. Fakat yalnız birisinin «dostlarımız esrarla kızışırlar. Kur'anda da esrara aid bir şey yoktur. Bu yüzden helâl olduğunda icmâ' vardır» sozüne karşılık «bu esrarı Peygamber zamanında sahabe kullanmazdı. Kullansalardı buna aid bir âyet gelirdi. Her âyet ihtiyaca göre ve ihtiyaç miktarınca geliyordu. Her âyetin inmesine bir sebep vardı. Meselâ Peygamber'in yanında Kur'an'ı yüksek sesle okudular. Ey inananlar, Peygamberin yanındayken seslerinizi, onun sesinden üstün olarak çıkartmayın âyeti indi [35]. Sahabe esrar kullanmadığından zamanımızda bu esrar, Acem diyarında Kalenderlere düştü» dediğini bulabildik. (Konya nüshası, s. 51, satır. 19-26). Fakat şu muhakkak ki Şems'i meşrep ve hal bakımından olduğu gibi sözleriyle de tarikat erbabından ve klâsik sûfîlerden saymamıza imkân yok. O, Şuttâr taifesinden ve Melâmetî neşesini haiz bir er. Şeyhi olan ve hal tercemesini bilmediğimiz Tebrizli Sepetçi ve Zembilci Ebû-Bekr, belki de bir Kalenderî şeyhiydi. «Sele-bâf» diye anıldığına ve bir sanat sahibi olup esnaf bölüklerinden bir bölüğe mensup bulunduğuna göre de herhalde Fütüvvet erbabındandı. Netekim Şems'in de Fütüvvet ehliyle münasebeti var. «Makaalât» teki şu sözler bunu açıkça gösteriyor: «Fütüvvet Âdem'e erişti, böyleydi. İbrahîm'e erişince de böyleydi. Emîrül mü'minîn Alî'ye erişince de böyleydi. Her biri, zamanlarında kendi miktarlarınca sözler söylemekteydiler. Benim nöbetim gelince çok ısrar ettilerse de ben birşey söylemedim, söylemem dedim. Orda bir derviş vardı, başını aşağıya eğmişti, hiçbir şey söylememişti. Bunun üzerine söylemeyi arzuladım, dedim ki: İnsan, ömründe ancak bir kerecik bir küçük ve ehemmiyetsiz suç işleyebilir. İşledi mi de artık ömrü boyunca babasının yolunu tutup o suça istiğfar etmesi gerektir. Çünkü babasına benzeyen zulmetmez derler. Bu sözleri söyledim ve Adem'in nasıl küçük bir suç işleyip ne tarzda tövbe ettiğini anlatmaya koyuldum.» (s. 112, satır. 17 - 21). Görülüyor ki Şems, bu sözlerle âdeta bir Fütüvvet eri gibi konuşuyor, Fütüvvetin yeni bir tarifini yapıyor, mevcut tariflere bir yeni tarif katıyor. Şems'in bu sözleri, aynı zamanda Konya'ya ikinci gelişinde kendisini Mevlânâ ile beraber karşılayanların arasında Fütüvvet ehlinin de bulunuşunun mânasını açıklamaktadır (Eflâkî, 175. a).
Ancak şunu da söyleyelim ki Şems, ister Kalenderiyyeden bir şeyhe mensub olsun, ister Fütüvvet yolunda ilerlemiş ve ahîlik mâkamına ulaşmış bulunsun, Şuttârdan olduğu ve bir Melâmetîden daha ziyade melâmeti temsil ettiği muhakkak bulunan bu zat, ömrü boyunca herhangi bir yola bağlanmış değil. O, bulut altına girmeyen yakıcı, kavurucu bir güneş. Yanmış, yakmış, ziyasiyle ortalığı aydınlatmış, kâinata Mevlânâ'yı göstermiştir. O, dibi, kıyısı görünmeyen, dalgalanıp köpüren bir deniz. Coşmuş, kabarmış, kıyıya değer biçilmez bir inci olan Mevlânâ'yı armağan etmiştir.
***
[17] -Risâlat-al-Malâmatıyya» dan, bildiğimize göre önce R. Hartmann bahsetmiştir (Z. D. M. G, Band LXXII, P. 193 - 198). Hartmann'ın Der İslamiche Oryent'da çıkan makalesini (İndex. III) Köprülüzade Ahmed Cemâl, türkçeye çevirmiştir (Darülfünun Edebiyat Fakültesi Mecmuası, sene. 3. sayı. 6, Nisan - Mayıs - 1340, İstanbul - Matbaa-i Âmire. 1924 — 1340, s. 277 — 322). Dâr-al-kütüb-al-Mısrıyya'da 178 no. da bir nüshası bulunan bu mühim eserin diğer bir nüshası Berlin K. de 3388 no. da, diğer bir nüshası da Britanya Müzesinde 7555 no. da kayıtlıdır [Dr. Abu-l-Alâ Afîfî: al-Malâmatıyyatı va-l-Sûfiyyatı va ahl-al- Futuvva, Mısır, 1945 — 1364, s. 83). Hicrî 999 da istinsah edilmiş bir başka nüshası da Millet K. de Reşid Efendi kitapları arasında, 453 no. da kayıtlı mecmuadadır (v. 120-124). Dr. Abu-l-Alâ Afîfî, yukarıda bahsettiğimiz eserinde, İstanbul metninden istifade etmeyerek bu risalenin metnini basmış (s. 86 - 120) ve risaleye değerli notlar ilâve etmiştir ki bu eser, baştan sona kadar ve aynen merhum Ömer Rıza Doğrul tarafından pek az ve lüzumsuz eklentilerle türkçeye çevrilmiş ve kendi adına telif bir esermiş gibi İstanbul'da bastırılmıştır (İnkılâp Kitabevi, 1950).
[18] Bu mesnevî, bugün ortada yoktur.
[Î9] XV. yüzyıl şâir ve naşirlerinden Vâhidî'nın 1522 sonlarında (929 safer iptidaları) yazdığı «Menâkıb-ı Hâce-i cihan ve Netîce-i can- adlı ve yer-yer şiirlerle bezenmiş kitabı bu zümrelerle Bektaşî, Şemsî ve Mevlevîlerin giyim ve inançları hakkında pek değerli bilgiyi İhtiva eder. Telif tarihinden 84 yıl sonra yazılmış bir nüshası bizde bulunan bu kitabın, nisbeten yeni bir nüshası da Süleymaniye Kütüphanesinde Halet Efendi kitapları arasında 242 no. da kayıtlıdır. XVII. yüzyılda Celvetî şeyhlerinden Karakaş-zade Ömer, bu kitabı biraz daha ıstılahlara boğarak «Nûr-al-hüdâ ll-men-ihtedâ» adiyle kendisine maletmiştir. «Menâkıb-ı Hâce-i cihan» dan, Önce «Türkiyat Mecmuası» nda biz bahsettik (c. III, 1935, ist. Devlet Matbaası, s. 129 - 132].
[20] Der ayn-i hüfr cevheri îman rubûdeî
Der dûzahîy-yu cennet u kovser girifteî ly ârifî ki ez sırı ma'ruf vâkıff Vey sâdeî ki reng-1 kalender girifteî
[21] Çu şeb şod cumlegân der hâb reftend
Heme çün mâhîyân der âb reftend
Herhe ender gam-ı esbâb îşan
Kalender-vâr bî esbâb reftend
[22] Haşem-ı ışk derâmed rubuz-ı şehr berâmed
Hele ey yâr-t kalender bişinov bang-i selâmet
[23] Nist kalender ez beşer yek be tu goft-i muhtasar
Cümle nazar buved nazar der hamuşî kelâm-ı dil
[24] Kad câe kalenderim mubahı
Yâ sâkıyu akbilî bi râhî
Vaskıyhf keza ilessabâhî
Yâ mu'teemdlyy-u yâ şifâî
[25] Goftem be kalenderi ki binger .
K'on çarh çl şod duta çl dâred
Goftâ ki ferâgatlst mârâ
K'o hod çİ kesest yâ çl dâred
[26] Pes mâ çl zenîm ey kalender
Ender girihî girih-guşâ nî
Mahdûmi-l Şems-i dîn-i Tebriz
Çun horşîdet derin semâ nî
[27] Tâ ki kalender dil-i men dâd mey-i muzhil-i men
Raks - künan delk - keşân cânib-i hammâr şodem
[28] Baka ender baka bâşed tarıyk-ı kem - zenân iy dil
Yakıyn - ender yakıyn bâşed kalender bî gumân [y dil Şunûdi Şems-İ Tebrîzî guman bordî ezû çîzî Yeki sırr-ı dil • âvîz! be tu âmed iyân iy dil
[29] Bicû bûy-ı Hak ez dehân-ı kalender
Be cid çün bicûyî yakıyn mahrem âyî
[30] Abdülbâkİ Gölpınarlı: Seçme rubailer: Maarif V. İslâm - Şark Klâsikleri: 11 ît. - 1945, s. 23, Rubai : LXXXIX.
[31] On bade ki ber halk harâmest haram
Ber cân-ı kalenderan müdâmest müdâm Hân iy sâkıy megû temâmest temam Âgâz-u temâın-ı mâ kudâmest kudâm
[32] Kalender gerçi fârîğ mînemâyed
Ve liykin nîst ez esrar fariğ Zi evvel mîkeşed û hâr-ı bisyâr Heme gül keşt-u keşt ez har fârtğ
Kalender hest der keşti nişeste Revan der râh-u ez reftâr fariğ
[33] Tacın, başa geçen ve çok defa üstteki kısımdan ayrı ve dikişle o kısma birleşmiş bir parça olan kısmına lenger, tepeyi örten üst kısmına kubbe, kubbede ve lengerde bulunan parçalara terk, yahut türkçe olarak dilim denir.
[34] Yassı ve keskin olan Mevlevî külahına, kılıca benzetilerek bu ad verilmiştir.
[35] Sûre. XLIX, el-Hucurât, âyet. 2. Bu âyetin nüzul sebebi, yüksek sesle Kur'ân •jyus değildir, tefsirlere bakınız.
Mevlana Celaleddin - Hayatı, Eserleri, Fesefesi 1999 sh. 60-66