Modernitenin her şeyi dışlayan bir yaklaşımı var. Allah’a, dine dışarıdan bakıyoruz, kendimizi bile dışarıdan seyretmeye çalışıyoruz. Fritz Meier’in tabiriyle tasavvuf, dinin aslî otoritesine bir dönüş sağlama gayreti ise tasavvuf, modern zamanların bu hastalığının ilacıdır denilebilir mi?
Tasavvufun sırrı tam da buradadır. Bahsettiğiniz şey sadece modernliğin bir hatası değildir. Bu, insan bilmeye başladığı andan itibaren var olan bir hastalıktır. Modernite olmasa da işi sadece zâhirî cephesiyle anlamaya çalışan insanlar hep vardı. Nitekim Batı’da Ortaçağ felsefesi boyunca skolastik düşünce, daha ziyade dilsel anlamaya ve otoriteler üzerinden anlamaya dayalı bir bilgiydi. Modernite ise biraz evvel Descartes’ın gündeme gelmesiyle söylemiş olduğum gibi bilmekte olduğu şeyi dışlayarak, nesnelleştirerek ve bu arada insanın kendisini de bir nesne hâline getirerek bilmeyi tercih ediyor. Bu tavırlarda bir korku var. Yani kendisiyle karşı karşıya gelmekten ve o nesneler dünyasının kendisi için ne anlama geldiğini fark etmekten duyulan korku. O hâlde insan kendini âdeta bir makine, robot hâline getiriyor; dıştaki nesneler evrenini kim ve ne için olduğunu bilmeden algılıyor. Bir dış tanık tavrıyla algılıyor. Batı düşüncesi içinde ekzistansiyel tavırlar var. Ama tasavvuf, bunların en derin noktasında ve tam da mânâsıyla, ehadiyet prensibinin kendinden kattığı o anlamlılıkla bu bütünleştirmeyi sağlıyor. Bildiğiniz her şey dış tanık tavrıyla bilinecek bir şey değildir. Aynı zamanda sizin için taşıdığı mânâ itibariyle ele alınması ve hazmedilmesi gereken o şeydir. Kâinât sadece orada duran nesnel bir dünya değildir. İçinde yer aldığım, kendisiyle bütünleştiğim, kendimi müşahede ettiğim, kendimden hareketle algıladığım bir kâinâttır. Davranışlarım sadece alışkanlık, sanatım sadece bir marifet gösterisi, ahlâkım sadece davranışların dış cephesi değildir. Bütün bunlar benim kendimi kendim olarak ortaya koyuşumdur. Tasavvufta bilmek, sadece bilmek değildir. Aynı zamanda kendi adıma olmaktır. Kendi adıma olmak ise kâinât varlığının kendi içimde fark edilmesi demektir. O zaman kaba nesnellik olmuyor. Ama tekrar söyleyeyim: Söz konusu hastalık Modernitenin icadı değil. Bu; insanla beraber varolagelmiş ama aşılması gereken bir seviyedir. Moderniteyle belki bu hastalık fazlaca gündeme gelmiştir. Gündeme geldiği için de büyük problemler çıkmıştır. Kendi kendisini nesneleştiren bir insan düşünün. Batı insanı kendi medeniyetinden olmayanları nasıl şeyleştirmesin? Kendi içindeki sıcaklığı fark edecek ki bütün bir insan sıcaklığını Avustralya yerlilerinde de Patagonya yerlilerinde de görsün.
Gelenek, tasavvuf gelecek kuşaklara artık kitaplar vasıtasıyla aktarılıyor. Derler ki: “Yaşaması, yaşanması gerekenler kitaplara girmeye başladıysa yok olmaya yüz tutmuş demektir.” Bu konuda ne dersiniz?
Bu, günümüzün İslâm düşüncesi açısından çok önemli bir soru. Tasavvuf tabi ki kitabî değil ama kitaplar da var. Hatta kitaplar üzerinde şerhler yazılmış. Dönemler, bu şerhlere ruhları itibariyle aksetmiştir. Demek ki bunun da bir faydası var yani söz bir şekilde dönemle bütünleşerek devam etmiş. Fakat bir taraftan da tasavvuf için diyoruz ki dilde hiçbir şey ama gönülde her şeydir. Bana kalırsa asıl referansı gönül olmakla beraber tasavvufî tefekkür gönülle dilin, aklın bütünleşmesidir. O hâlde eğer kitap da yazılmışsa bu da o kültürün mutlaka ele alınması gereken parçalarından bir tanesidir. O kitaplardan geniş tefekkür adına da istifade ediyoruz. Geniş tefekkür diyorum çünkü farklı alanların kendine has metod ve muhtevalarıyla da tasavvufî tefekkürün bir mukayesesini yapmak gerekir. Meselâ ben felsefede eğer hermeneutikten ve varoluş felsefesine ilişkin yorumlardan bahsedildiğini görüyorsam; bu anlamda zaman kavramı, nefis kavramı, insan kavramı, kalp kavramı ve insan hayatının mânâsı üzerinde durulduğunu görüyorsam işte onlarla, bu kitaplarda ifade edilen düşünceler arasında mukayeseler yapmak gibi bir imkâna sahip oluyorum. Mukayese açısından, kendi sistematiğini fark etmesi açısından ve kendi dilini kendine yabancılaşmaksızın konuşabilmesi açısından bu, son derece önemlidir. Kaldı ki bazı insanlar tefekkür yoluyla tasavvufa gireceklerinden onlar için de bu kitaplar birer kapı niteliğindedir. Fakat diğer taraftan “Mânevî bilgi kitaplarla mı akseder?” sorusu elbette “Hayır!” şeklinde cevaplandırılmalıdır. Çünkü mânevî bilgi candan cana bir sirayettir. Yani siz hemhal olursunuz. Hâlinizi aktarırsınız çünkü o hâli zaten yaşamaktasınızdır. Dış tanık tavrıyla dışta gördüğünüz bir şeyi o insana tasvir ediyor değilsiniz. Yaşadığınız bir hâl var, o hâlin kendinden kaynaklandığı bir mânâ, bir mahiyet var. Siz bu mahiyeti alabileceği kadarıyla diğerine sirayet ettiriyorsunuz. Hem onunla birliktesiniz hem de ayrıca o hâlin içinde onunla birlikte var oluyorsunuz. Dışta geçen bir olayı anlatmıyorsunuz. Kendinizi kendisine aktarıyorsunuz. Hocanız, sizin siz olmanız için, sizde âdeta yeniden doğuyor. Siz o sirayetle kendi kendinize doğmuş oluyorsunuz. Kendi içinizdekini kendiniz olarak onun sayesinde açmış oluyorsunuz. Bu aktarım kitabî değildir. Bu aktarım candan cana bir aktarımdır. Çok farklı seviyelerde ama mutlaka candan cana bir aktarımdır. Sohbet de yapabilirsiniz, hayatınızdaki çok küçük olayların böyle bir boyutla fark edilmesini de sağlayabilirsiniz. Meselâ kendinize şunu sorarsınız: “Hocam, benim yerimde burada olsaydı acaba ne yapardı?” Bu, kitabî değildir. Çünkü bu aktarım sadece davranışın reçetesini vermez. Bir hâl vardır. Siz o hâli aldığınızda ne yapacağınızı bilirsiniz. İşte bu, kitabı aşan bir nokta! Bunun gelenekle bir alakası var mı? Geleneği eğer Batı dillerindeki Tradisyonun karşılığı olarak kullanıyorsak ve büyük harfle yazdığımız bir Gelenekse bu, mânevî anlamda tescil edilmiş, teselsülle bağlanılmış bir kaynağa dayanıyor demektir. Candan cana sirayetin müşahhaslaşmış âdeta sübjektif ve objektif bir hâli vardır.
Fakat ben gelenek dendiğinde büyük harfle yazılan geleneği de küçük harfle yazılan geleneği de içine alan bir şey söylemeyi son zamanlarda çok seviyorum. Diyorum ki biz gelenekçi değiliz, gelenekliyiz. Gelenekli olmak buna sahip olmak demektir. Bu, gelenekten hareketle kendiniz olmaktır. Gelenekçi olmak ise kendinizden vazgeçerek geleneğin dış şartlarıyla bir bütünleşme ve onda kendinizi kaybetmedir. Gelenek kendi başına bir mesaj vermiyor bize. Bize hitap ediyor ve bizim biz olmamızı sağlıyor. İsterseniz kitap ve gelenek kavramı arasında da bir bütünlük kuralım. Gelenek bir kitaptır. Bu kitabın okunması gerekir. Dahası gelenek hayatiyeti olan, yaşanan bir şeydir. Gelenek üzerinden kendimizi oluşturmak durumundayız. O zaman çare ne kitapçı ne gelenekçi olmak. Kitaplı ve gelenekli olmaktır. Gelenek bu kadar önemli midir, diye gözlerini fal taşı gibi açıp bakan insanlar olabilir. Ben çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü gelenek asırların dış, tarihî faktörlerine rağmen kendisini koruyarak devam etmiş ve bu devam edişte de kendine mahsus farklılıklar kazanmıştır. Bununla beraber şunu da kabul etmeliyiz ki, gelenek durağan bir şey değildir. Aktif bir yol yürüyüşüdür. Bir yolu takip ediştir. İçinde yer aldığı tarih açısından da bu yolu yürüyor. Tıpkı genetik yapımız gibi, dil gibi… Biz nasıl o genetik yapının, o dilin içinde varsak, o genetik yapıdan ve o dilden hareketle kendimizi oluşturuyorsak gelenek de aynıdır. Benimsenerek ve içselleştirilerek tarih ve kaynak ile bütünleşilerek bizim biz olmamızı sağlayacaktır. O zaman sadece şimdide kaybolmuş bir insan değil; temelden, kaynaktan gelen bir insanız. Şimdi artık bir su birikintisi değiliz, çok kuvvetli bir kaynaktan kopup gelen bir nehrin içinde denize doğru akmaktayız.
Hocam, gelenek akıp gelen bir şeyse şu anda akıp gelememesi dilimize yabancılaşmamızla alakalı değil midir?
Gelenek için söylediklerimiz aynı zamanda dil için de düşünülmeli, kültürün diğer unsurları için de düşünülmeli. Bizim dilimiz özellikle tasavvuf irfanının içinden akseden bir dildir. Kullanımı ve muhtevası itibariyle o dilin kendisi de bir kitaptır. Hatta okumaya ve yazmaya devam ettiğimiz bir kitaptır. Eğer bir irfanla bütünleşeceksek evvel emirde onu dilin içinde hissetmek ve dilin bir irfan dili olması bakımından kendi kendisine yabancılaşmamasını sağlamak mecburiyetindeyiz. Bu iki türlüdür. Bir; muhtevası, kelimeleri itibariyle. İki; kullanımı itibariyle. Dili kullanmak öyle bir üslubu gerektirir ki o üslupta ortaya çıkan insandan başkası değildir. İnsanı o dilin kullanılma üslubunda yakalamak durumundayız. Eğer bu dil İnsan-ı Kâmillerin içinde yetiştiği bir dilse o zaman onların üslubuyla dil yoluyla da buluşmak gibi bir imkân vardır. Dilin edeple bütünleşmesi. Nitekim edebiyat da bu kökten gelerek farklı mânâları içinde barındırıyor olabilir. Yani bir form, bir stil, bir üslup kazanması onun içinde var olan irfanla alakalıdır. O irfanı var kılmaya devam etmek mecburiyetindeyiz. Bu bakımdan dili tasfiye ederken yani onu ayıklamaya çalışırken neyi kaybetmiş veya kaybedebilecek olduğumuzu çok iyi fark etmeliyiz. Yanlış yaparsak bu dilin içinde var olan, açılmak ve keşfedilip yaşanmak için bizi bekleyen irfanı da kaybetmiş oluruz. Gelenekle dil bu bakımdan birbiriyle çok benzeşiyor. Geleneği bir dil olarak algılayabileceğimiz gibi dili de kendimizi oluşturmak adına okuyacağımız bir gelenek şeklinde düşünebiliriz. Her ikisi de birer kitaptır. Biz bu kitabı hem okumalı hem de edeple inşallah, yazmaya devam ediyoruz.
Aslında tasavvuf, hayatımızın içinde. Konuşmalarımız, anlamını bile düşünmeden kullandığımız tabirler, âdetlerimiz… Fakat çoğumuz bunların farkında değiliz. Peki farkında olmak için ne yapmalıyız?
Dili de geleneği de mânevî bir kitap şeklinde okumaya çalışmalıyız. Niye geleneği akıp gitmesi itibariyle değerlendirmekte olduğumu bana soracak olursanız geleneği dondurduğunuz anda o zaman akmakta olan meselâ bir Fırat nehrini bir köşeye çekip kendinize mahsus bir ufak havuz hâline getiriyorsunuz ve yavaş yavaş orada su olmak bakımından kendisine yabancılaşıyor demektir. Orada artık ne yüzünüzü yıkayabilirsiniz ne hayırlı bir iş yapabilirsiniz ne de onunla bereketli topraklar yetiştirebilirsiniz. O nehrin akıp gitmesi yani dinamik bir biçimde algılanması ve yaşanması lâzım. Mahiyetinde değişme olur mu suyun? Kirlenmemesi kaydıyla elbette olmaz. Onun safiyeti içinde akıp gitmesini sağlamak lâzım. Bulanmadan ve donmadan…
“Allah’a ulaşacak birçok yol var. Ben aşkı seçtim.” diyor Hz. Mevlânâ. Aşk nasıl bir yoldur?
Yine Hz. Mevlânâ’nın sözüyle cevap verelim. “Ben ol da bil!” demiş. Yani aşk ancak insanda, insanla ve o insan kendisi olabilmek sırrına erebilmişse gerçek anlamıyla fark edilebiliyor ve yaşanabiliyor. Bunun için de tasavvufta önce “edeb”in sırrına vukuf gerekiyor.
Keşkül Sûfî Gelenek ve Hayat, Sayı: 9, yaz, 2006
Kenan Gürsoy-GÖNLÜMÜZLE BÜTÜN BİR İNSANLIĞI KUCAKLAMAYA İHTİYACIMIZ VAR Röportaj: Sema Devir dan alıntı