26 Mart 2008 Çarşamba

Mevlevilik

Hâsılı Mevlânâ’nın tasavvufu, sırf mistik ve idealist bir tasavvuf olmayıp mahdut varlıktan, ferdiyetten ve ferdi ihtiraslardan tamamiyle sıyrılmak ve halka, topluluğa yayılmak sûretiyle tecelli eden ve sosyal hayatta hudutsuz bir sevgi, insanî bir görüş ve mutlak bir birlik halinde, moral sahadaysa herkesin kendisini, bir kâmile uymak suretiyle ıslâhı ve umumî olarak hayra, güzele ve iyiye doğru bir gidiş, insanî bir terbiye halinde tezahür eden ve böylece de realitede amelî karaktere sahip olan bir tasavvuftur.

Mevlana Celaleddin Hayatı,Eserleri,Felsefesi -Abdülbaki Gölpınarlı Sh.205

25 Mart 2008 Salı

Mesnev-i Şerifte Akıl

2430 Akıl bakımından en yüce olan kişinin yemesi, herkesin yemesi demektir
Onun ışıklarla dopdolu canı, üstün olmuştur; geri kalanların dertlerine o derman olur; ancak
Aklıllar ebedi olarak ölümsüzlüğe ermişlerdir; bu yüzden anlam bakımından bu dünyada ölümsüzdür.


2430-2432. Bu Beyitlerde, dünyâ nasıl bir cestse, rûhu insansa, insanlar da bir cesede benzetilmekte, rûhuysa olgun insan sayılmaktadır. Aklın yüceliği görgüyle, bilgiyle sağlanır. Bilgi de, Tanrı’ya karşı aczimizi bildiren, bütün insanların faydasını sağlayan bilgidir. “Bilginler, Allâh’ın halkına, Allâh eminleridir” (Câmi’;Iı,s.57),”Bilginler, ışıklarıdır, peygamberlerin halîfeleridir, benim vârislerimdir ve peygamberlerin vârisleridir”,” Bilgi, İslâmın hayâtıdır; îmânın direğidir; kim bir bilgi bellerse, Allâh, onun ecrini tamamlar; kim bir bilgi belletirse, Allâh da ona, bilmediğini belletir” hadisleri, İslâmda bilgiye verilen önemi gösterir (Aynı; s.58). 2432. beyitte akıllılar, yâni akıllarıyla bilgilerini birleştirenler (IV.c. in 1960 – 1968. b. Lerinin ş. E bk.), ölmezler, onların yüzünden, mânevî diyen kaldıkça kıyâmet kopmaz” hadîsine işâret ediliyor. Hz. Alî de “Âlim, ölü olsa bile diridir. Câhil diri olsa bile ölü” ve ”Bilgiyle dirilen ölmez” buyurmuşlardır (Nehc’ül – Belâga terc. Ve şerhimiz ; III. Kısım, 4. Bölüm; s.418,420).

Mesnevi Tercemesi ve Şerhi V-VI cilt Abdülbaki Gölpınarlı -İnkilap yaınları 2003 sh.585

************************


2970. Akıl der ki :Ggözünü iyi aç da bak; tâne, onu bir götüren olmadıkça kendi kendine gider mi hiç?
İşte köpek, bu yüzden Ashâb-ı Kehf’in yanına geldi.. bedenler, şekiller tânelerdir, gönülse karınca.
Îsâ da bu yüzden gökte tertemiz meleklere karıştı.. kafesler ayrıydı ama kuş yuvaları, aynı cinsten.
Bu kafes meydanda da kuş yavrusu gizli..ama bir götüren olmadıkça kafes nasıl gider?
Ne mutludur o göze ki beyi akıldır onun; işin sonunu görür, her şeyi bilir, aydındır.
Çirkini, güzeli akılla ayırt edin; karadan, aktan söz eden güzel değil.
Göz sidik birikintisinde biten yeşilliğe de aldanır; ama akıl ona der ki: Bir de bizim mehengimize vur onu.
Dileği gören göz, kuşa âfettir; tuzağı gören gözse kuşu kurtarır.
Ama bir başka tuzak da var ki akıl, onu anlayamaz, göremez..İşte gizli şeyi gören vahiy, o yüzden bu yana koştu, geldi.
Aynı cinsten olanı, aynı cinsten olmayanı akılla tanımak, bilmek gerek; hemencecik şekillere koşmak yaraşmaz.

2980 Aynı cisten oluş, ne benim için şekilledir, ne senin için.. Îsâ insanlardandı ama melek cinsindendi.
Kurbağayı karganın havalandırması gibi gökyüzü kuşu da onu çekti, şu mavi ka’lanın tâ ötesine ağdırdı.

Mesnevi Tercemesi ve Şerhi V-VI cilt Abdülbaki Gölpınarlı -İnkilap yaınları 2003 sh.614-615

Gelenek ve Dil üzerine yazılar

Modernitenin her şeyi dışlayan bir yaklaşımı var. Allah’a, dine dışarıdan bakıyoruz, kendimizi bile dışarıdan seyretmeye çalışıyoruz. Fritz Meier’in tabiriyle tasavvuf, dinin aslî otoritesine bir dönüş sağlama gayreti ise tasavvuf, modern zamanların bu hastalığının ilacıdır denilebilir mi?

Tasavvufun sırrı tam da buradadır. Bahsettiğiniz şey sadece modernliğin bir hatası değildir. Bu, insan bilmeye başladığı andan itibaren var olan bir hastalıktır. Modernite olmasa da işi sadece zâhirî cephesiyle anlamaya çalışan insanlar hep vardı. Nitekim Batı’da Ortaçağ felsefesi boyunca skolastik düşünce, daha ziyade dilsel anlamaya ve otoriteler üzerinden anlamaya dayalı bir bilgiydi. Modernite ise biraz evvel Descartes’ın gündeme gelmesiyle söylemiş olduğum gibi bilmekte olduğu şeyi dışlayarak, nesnelleştirerek ve bu arada insanın kendisini de bir nesne hâline getirerek bilmeyi tercih ediyor. Bu tavırlarda bir korku var. Yani kendisiyle karşı karşıya gelmekten ve o nesneler dünyasının kendisi için ne anlama geldiğini fark etmekten duyulan korku. O hâlde insan kendini âdeta bir makine, robot hâline getiriyor; dıştaki nesneler evrenini kim ve ne için olduğunu bilmeden algılıyor. Bir dış tanık tavrıyla algılıyor. Batı düşüncesi içinde ekzistansiyel tavırlar var. Ama tasavvuf, bunların en derin noktasında ve tam da mânâsıyla, ehadiyet prensibinin kendinden kattığı o anlamlılıkla bu bütünleştirmeyi sağlıyor. Bildiğiniz her şey dış tanık tavrıyla bilinecek bir şey değildir. Aynı zamanda sizin için taşıdığı mânâ itibariyle ele alınması ve hazmedilmesi gereken o şeydir. Kâinât sadece orada duran nesnel bir dünya değildir. İçinde yer aldığım, kendisiyle bütünleştiğim, kendimi müşahede ettiğim, kendimden hareketle algıladığım bir kâinâttır. Davranışlarım sadece alışkanlık, sanatım sadece bir marifet gösterisi, ahlâkım sadece davranışların dış cephesi değildir. Bütün bunlar benim kendimi kendim olarak ortaya koyuşumdur. Tasavvufta bilmek, sadece bilmek değildir. Aynı zamanda kendi adıma olmaktır. Kendi adıma olmak ise kâinât varlığının kendi içimde fark edilmesi demektir. O zaman kaba nesnellik olmuyor. Ama tekrar söyleyeyim: Söz konusu hastalık Modernitenin icadı değil. Bu; insanla beraber varolagelmiş ama aşılması gereken bir seviyedir. Moderniteyle belki bu hastalık fazlaca gündeme gelmiştir. Gündeme geldiği için de büyük problemler çıkmıştır. Kendi kendisini nesneleştiren bir insan düşünün. Batı insanı kendi medeniyetinden olmayanları nasıl şeyleştirmesin? Kendi içindeki sıcaklığı fark edecek ki bütün bir insan sıcaklığını Avustralya yerlilerinde de Patagonya yerlilerinde de görsün.

Gelenek, tasavvuf gelecek kuşaklara artık kitaplar vasıtasıyla aktarılıyor. Derler ki: “Yaşaması, yaşanması gerekenler kitaplara girmeye başladıysa yok olmaya yüz tutmuş demektir.” Bu konuda ne dersiniz?

Bu, günümüzün İslâm düşüncesi açısından çok önemli bir soru. Tasavvuf tabi ki kitabî değil ama kitaplar da var. Hatta kitaplar üzerinde şerhler yazılmış. Dönemler, bu şerhlere ruhları itibariyle aksetmiştir. Demek ki bunun da bir faydası var yani söz bir şekilde dönemle bütünleşerek devam etmiş. Fakat bir taraftan da tasavvuf için diyoruz ki dilde hiçbir şey ama gönülde her şeydir. Bana kalırsa asıl referansı gönül olmakla beraber tasavvufî tefekkür gönülle dilin, aklın bütünleşmesidir. O hâlde eğer kitap da yazılmışsa bu da o kültürün mutlaka ele alınması gereken parçalarından bir tanesidir. O kitaplardan geniş tefekkür adına da istifade ediyoruz. Geniş tefekkür diyorum çünkü farklı alanların kendine has metod ve muhtevalarıyla da tasavvufî tefekkürün bir mukayesesini yapmak gerekir. Meselâ ben felsefede eğer hermeneutikten ve varoluş felsefesine ilişkin yorumlardan bahsedildiğini görüyorsam; bu anlamda zaman kavramı, nefis kavramı, insan kavramı, kalp kavramı ve insan hayatının mânâsı üzerinde durulduğunu görüyorsam işte onlarla, bu kitaplarda ifade edilen düşünceler arasında mukayeseler yapmak gibi bir imkâna sahip oluyorum. Mukayese açısından, kendi sistematiğini fark etmesi açısından ve kendi dilini kendine yabancılaşmaksızın konuşabilmesi açısından bu, son derece önemlidir. Kaldı ki bazı insanlar tefekkür yoluyla tasavvufa gireceklerinden onlar için de bu kitaplar birer kapı niteliğindedir. Fakat diğer taraftan “Mânevî bilgi kitaplarla mı akseder?” sorusu elbette “Hayır!” şeklinde cevaplandırılmalıdır. Çünkü mânevî bilgi candan cana bir sirayettir. Yani siz hemhal olursunuz. Hâlinizi aktarırsınız çünkü o hâli zaten yaşamaktasınızdır. Dış tanık tavrıyla dışta gördüğünüz bir şeyi o insana tasvir ediyor değilsiniz. Yaşadığınız bir hâl var, o hâlin kendinden kaynaklandığı bir mânâ, bir mahiyet var. Siz bu mahiyeti alabileceği kadarıyla diğerine sirayet ettiriyorsunuz. Hem onunla birliktesiniz hem de ayrıca o hâlin içinde onunla birlikte var oluyorsunuz. Dışta geçen bir olayı anlatmıyorsunuz. Kendinizi kendisine aktarıyorsunuz. Hocanız, sizin siz olmanız için, sizde âdeta yeniden doğuyor. Siz o sirayetle kendi kendinize doğmuş oluyorsunuz. Kendi içinizdekini kendiniz olarak onun sayesinde açmış oluyorsunuz. Bu aktarım kitabî değildir. Bu aktarım candan cana bir aktarımdır. Çok farklı seviyelerde ama mutlaka candan cana bir aktarımdır. Sohbet de yapabilirsiniz, hayatınızdaki çok küçük olayların böyle bir boyutla fark edilmesini de sağlayabilirsiniz. Meselâ kendinize şunu sorarsınız: “Hocam, benim yerimde burada olsaydı acaba ne yapardı?” Bu, kitabî değildir. Çünkü bu aktarım sadece davranışın reçetesini vermez. Bir hâl vardır. Siz o hâli aldığınızda ne yapacağınızı bilirsiniz. İşte bu, kitabı aşan bir nokta! Bunun gelenekle bir alakası var mı? Geleneği eğer Batı dillerindeki Tradisyonun karşılığı olarak kullanıyorsak ve büyük harfle yazdığımız bir Gelenekse bu, mânevî anlamda tescil edilmiş, teselsülle bağlanılmış bir kaynağa dayanıyor demektir. Candan cana sirayetin müşahhaslaşmış âdeta sübjektif ve objektif bir hâli vardır.
Fakat ben gelenek dendiğinde büyük harfle yazılan geleneği de küçük harfle yazılan geleneği de içine alan bir şey söylemeyi son zamanlarda çok seviyorum. Diyorum ki biz gelenekçi değiliz, gelenekliyiz. Gelenekli olmak buna sahip olmak demektir. Bu, gelenekten hareketle kendiniz olmaktır. Gelenekçi olmak ise kendinizden vazgeçerek geleneğin dış şartlarıyla bir bütünleşme ve onda kendinizi kaybetmedir. Gelenek kendi başına bir mesaj vermiyor bize. Bize hitap ediyor ve bizim biz olmamızı sağlıyor. İsterseniz kitap ve gelenek kavramı arasında da bir bütünlük kuralım. Gelenek bir kitaptır. Bu kitabın okunması gerekir. Dahası gelenek hayatiyeti olan, yaşanan bir şeydir. Gelenek üzerinden kendimizi oluşturmak durumundayız. O zaman çare ne kitapçı ne gelenekçi olmak. Kitaplı ve gelenekli olmaktır. Gelenek bu kadar önemli midir, diye gözlerini fal taşı gibi açıp bakan insanlar olabilir. Ben çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü gelenek asırların dış, tarihî faktörlerine rağmen kendisini koruyarak devam etmiş ve bu devam edişte de kendine mahsus farklılıklar kazanmıştır. Bununla beraber şunu da kabul etmeliyiz ki, gelenek durağan bir şey değildir. Aktif bir yol yürüyüşüdür. Bir yolu takip ediştir. İçinde yer aldığı tarih açısından da bu yolu yürüyor. Tıpkı genetik yapımız gibi, dil gibi… Biz nasıl o genetik yapının, o dilin içinde varsak, o genetik yapıdan ve o dilden hareketle kendimizi oluşturuyorsak gelenek de aynıdır. Benimsenerek ve içselleştirilerek tarih ve kaynak ile bütünleşilerek bizim biz olmamızı sağlayacaktır. O zaman sadece şimdide kaybolmuş bir insan değil; temelden, kaynaktan gelen bir insanız. Şimdi artık bir su birikintisi değiliz, çok kuvvetli bir kaynaktan kopup gelen bir nehrin içinde denize doğru akmaktayız.


Hocam, gelenek akıp gelen bir şeyse şu anda akıp gelememesi dilimize yabancılaşmamızla alakalı değil midir?

Gelenek için söylediklerimiz aynı zamanda dil için de düşünülmeli, kültürün diğer unsurları için de düşünülmeli. Bizim dilimiz özellikle tasavvuf irfanının içinden akseden bir dildir. Kullanımı ve muhtevası itibariyle o dilin kendisi de bir kitaptır. Hatta okumaya ve yazmaya devam ettiğimiz bir kitaptır. Eğer bir irfanla bütünleşeceksek evvel emirde onu dilin içinde hissetmek ve dilin bir irfan dili olması bakımından kendi kendisine yabancılaşmamasını sağlamak mecburiyetindeyiz. Bu iki türlüdür. Bir; muhtevası, kelimeleri itibariyle. İki; kullanımı itibariyle. Dili kullanmak öyle bir üslubu gerektirir ki o üslupta ortaya çıkan insandan başkası değildir. İnsanı o dilin kullanılma üslubunda yakalamak durumundayız. Eğer bu dil İnsan-ı Kâmillerin içinde yetiştiği bir dilse o zaman onların üslubuyla dil yoluyla da buluşmak gibi bir imkân vardır. Dilin edeple bütünleşmesi. Nitekim edebiyat da bu kökten gelerek farklı mânâları içinde barındırıyor olabilir. Yani bir form, bir stil, bir üslup kazanması onun içinde var olan irfanla alakalıdır. O irfanı var kılmaya devam etmek mecburiyetindeyiz. Bu bakımdan dili tasfiye ederken yani onu ayıklamaya çalışırken neyi kaybetmiş veya kaybedebilecek olduğumuzu çok iyi fark etmeliyiz. Yanlış yaparsak bu dilin içinde var olan, açılmak ve keşfedilip yaşanmak için bizi bekleyen irfanı da kaybetmiş oluruz. Gelenekle dil bu bakımdan birbiriyle çok benzeşiyor. Geleneği bir dil olarak algılayabileceğimiz gibi dili de kendimizi oluşturmak adına okuyacağımız bir gelenek şeklinde düşünebiliriz. Her ikisi de birer kitaptır. Biz bu kitabı hem okumalı hem de edeple inşallah, yazmaya devam ediyoruz.


Aslında tasavvuf, hayatımızın içinde. Konuşmalarımız, anlamını bile düşünmeden kullandığımız tabirler, âdetlerimiz… Fakat çoğumuz bunların farkında değiliz. Peki farkında olmak için ne yapmalıyız?
Dili de geleneği de mânevî bir kitap şeklinde okumaya çalışmalıyız. Niye geleneği akıp gitmesi itibariyle değerlendirmekte olduğumu bana soracak olursanız geleneği dondurduğunuz anda o zaman akmakta olan meselâ bir Fırat nehrini bir köşeye çekip kendinize mahsus bir ufak havuz hâline getiriyorsunuz ve yavaş yavaş orada su olmak bakımından kendisine yabancılaşıyor demektir. Orada artık ne yüzünüzü yıkayabilirsiniz ne hayırlı bir iş yapabilirsiniz ne de onunla bereketli topraklar yetiştirebilirsiniz. O nehrin akıp gitmesi yani dinamik bir biçimde algılanması ve yaşanması lâzım. Mahiyetinde değişme olur mu suyun? Kirlenmemesi kaydıyla elbette olmaz. Onun safiyeti içinde akıp gitmesini sağlamak lâzım. Bulanmadan ve donmadan…

“Allah’a ulaşacak birçok yol var. Ben aşkı seçtim.” diyor Hz. Mevlânâ. Aşk nasıl bir yoldur?

Yine Hz. Mevlânâ’nın sözüyle cevap verelim. “Ben ol da bil!” demiş. Yani aşk ancak insanda, insanla ve o insan kendisi olabilmek sırrına erebilmişse gerçek anlamıyla fark edilebiliyor ve yaşanabiliyor. Bunun için de tasavvufta önce “edeb”in sırrına vukuf gerekiyor.

Keşkül Sûfî Gelenek ve Hayat, Sayı: 9, yaz, 2006
Kenan Gürsoy-GÖNLÜMÜZLE BÜTÜN BİR İNSANLIĞI KUCAKLAMAYA İHTİYACIMIZ VAR Röportaj: Sema Devir dan alıntı

9 Mart 2008 Pazar

Şems, sufîlerin hangi kısmındandır?

Düzeltilecek


Şems, sufîlerin hangi kısmındandır?

Şems, sûfîlerin hangi bölüğündendir, daha doğrusu o, bir sûfî midir? Kur'ânı «Varlık Birliği» (Vahdet-i Vücûd) esasına göre tefsir eden [16] meşhur sûfîlerin hal tercemelerini yazıp bir «Tabakat» meydana getiren, Melâmet ve Fütüvvete aid iki risalesi bulunan [17] ve daha bazı eserleri olan Ebû-Abdürrahman Sülemî (ölm. 1021 - 1022. 412. h.), «Risâlat-al-Malâmatıyya» da sûfilerle melâmet ehlini ayrı kategorilerde mütalâa etmiş ve ondan itibaren bu telâkki, esas bir telâkki olarak kabul edilmiştir. Sülemî, hâl ehli olanları Ubbât, Sûfiyye ve Şuttâr adlariyle üçe ayırır. Ona göre birinci kısım, yâni ibadete koyulan zahitler, bir şeyhe intisab etmeden Tanrıya ulaşmaya çalışanlardır. İkinci kısım, bir şeyhe intisab ederek esmâ'yı, yâni Tanrı adlarını anmakla ve muayyen duaları okumakla bu manevî yolu aşmaya uğraşanlardır. Bunların topluluk yerleri, hususî törenleri ve kendilerini halktan ayıran kıyafetleri vardır, yâni yolları mümkün olduğu kadar sistemleş-miştir. Üçüncü kısımsa aşk ve cezbeyi esas tutan ve hiçbir surette halktan ayrılmayan, kendilerini herkesten aşağı görerek başkalarını değil, kendilerini kınayan bir bölüktür ki neşeleri bakımından «şakraklar» (Şuttâr), meslekleri bakımından da «kınananlar» (Melâmetiyye) adını almışlardır. Bunlara, yahut sûfiyyeye mensup veya mütemayil olmak dolayısiyle bunları en yüksek sayanlar, yahut sûfîleri bunlardan üstün görenler vardır.

Sâsânîler devrinden beri bulunan ve askerle pazarcılar ve sanat ehli tarafından temsil edilen Cüvan-mertlik ve Ayyarlık da VIII. yüzyıldan (II. h.) itibaren İslâmîleşmiş ve geleneklerini İslâm dinine uydurarak esnafı teşkilâtlandırmıştı ki bâtını bir karakter taşıyan, aynı zamanda iktisadî bir müessese olan bu tasavvufî mesleğe «Fütüvvet», şeyhlerine «ahî» adı verilmişti. Bu teşekkül de, hususî bir kisve ile halktan ayrılmayan, bilâkis halkın esnaf bölükleriyle sanat ehlini birleştirip teşkilâtlandıran bir teşekkül olduğu cihetle ilk zamanlardan itibaren sûfîlerden ziyade melâmet ehliyle kaynaşmıştı.

Gerek melâmet, gerek fütüvvet, bu yollara girenleri dünyadan çekmeyen, bilâkis dünyaya ve hayata bağlayan ana prensiplere sahip yollardı. Mistik olmakla beraber kuvvetli dünyevî prensipleri de bulunan bu yollar, birer tarikat olmadığından birçok tarikat ehli, melâmet neş'esine sahib olabiliyor, yahut melâmet yoluna da girebiliyordu. Sanat ehli olan veya esnaftan bir bölüğe mensup bulunan tarikat erbabı da meslekleri dolayısiyle ve tabiatiyle Fütüvvet yoluna girmiş oluyorlardı. Fakat bilhassa XII. yüzyıldan itibaren melâmet mesleğinden, bâtınî inançlara sahip tarikatler de meydana gelmeye başladı ki Kalenderîlik ve ondan ayrılan ve hakkında Ferîdeddîn Attâr'ın «Haydarî-nâme» adlı bir mesnevisi bulunan [18] Kutbüddîn Haydar'a (ölm. 1221. 618. h) mensup sayılan Haydarîlik kitabımızın «Giriş» kısmında anlattığımız Bâbâîlik, Şeyhülislâm Ahmed Nâmıkıyy-i Câmî'ye (ölm. 1141. 536. h.) nisbet iddia eden Câmîlik, meşhur sûfî İbrahim-ibn-i Edhem'i (ölm. 777. 161. h.) pîr tanıyan Edhemîlik ve XIII. yüzyılda Anadolu'da toplu bir zümre halinde gezen ve Zümre-i Abdâlân ve Rum Abdalları denen derviş taifesi tarafından temsil edilen Abdallık bunlardandır [19]. «Horasan Erenleri» denen bütün bu zümrelerin inançları aynı olduğu gibi tören ve kıyafet bakımından da bunlar birbirlerine pek yakındı.

Mevlânâ'nın şiirlerinde kalenderliğe ve kalenderîlere ait birçok beyitlere rastlıyoruz. Bu beyitlerde, bir kalendere aid hayli telmihler de var. Bunların bir kısmını yazıyoruz :

Ey er, sen küfrün ta içinden iman incisini almışsın. Cehennemdesin, cenneti elde etmiş, Kevsere sahib olmuşsun. Öylesine bir irfanın var ki ma'ruf sırrına vâkıfsın. Öylesine sâfsın, öylesine mücerretsin ki. Fakat kalenderlik rengine boyanmışsın [20].
*
Gece oldu hepsi de uykuya daldı, kendinden geçti, Hepsi de balıklar gibi suya daldı, Herkes sebeplerin derdinde, fakat onlar, kalendercesine sebepsiz yürüdüler [21].
*
Aşk ordusu geldi, şehrin ta göbeğine kondu. Ey kalender dost, hele bir kurtuluş sesi duy bakalım [22].
*
Kalender, insan değildir. Sana işte kısaca bir söz: Baştan başa bakıştan ibarettir, görüştür; gönül sözü, sükût içindedir [23].
*
Herşeyi mübah gören bir kalender çıkageldi. Ey sâki, şarap kadehiyle karşıla, böylece tâ sabahadek sun ona ey güvencim, ey bana şifa veren [24].
*
Bir kalendere, bak dedim, o gökyüzü neden iki büklüm olmuş ne derdi var? Dedi ki: Kimdir, nesi var? Aldırış bile etmeyiz biz [25].
*
Ey kalender, düğümü açan olmadıktan sonra ne diye düğümleyelim? Ey Tebrizli Şemseddin, senin güneşin gibi bir güneş bu gökyüzünde yok [26].
*
Nihayet şu kalender gönlüm, bana varlığımı unutturan bir şarap sundu da oynaya - oynaya, hırkamı çeke - sürüye meyhaneciye doğru gittim [27].

*
Ey gönül, yokluk kumarını oynayanların yolu, varlık içinde varlıktır. Ey gönül, şüphe yok ki kalender, yakıyn içinde yakıyn sahibidir. Tebrizli Şems'i duydun, ondan birşey umdun. Nihayet ey gönül, açıkça bir sevgiye, bir mahbubluk sırrına nail oldun [28].
*
Hak kokusunu kalenderin ağzından ara. Adam-akıllı ararsan şüphe yok ki mahrem olur, aradığını bulursun [29].
*
Medreseyle minare yıkılmadıkça kalenderlik düzene giremez. İman küfür, küfür de iman olmadıkça hiçbir Tanrı kulu, hakkiyle Müslüman olamaz [30].
*
Halka haram olan şarap, kalenderlere mübahtır, içer - dururlar. Sâkî, kendine gel de artık yeter, bitti deme. Nerde başlangıcımız, hani tamamlamamız? [31].
*
Kalender, hiçbir şeyle mukayyet değil gibi görünür amma sırlardan mücerret değildir. Önce birçok tikenlerin derdini çekerdi, fakat simdi baştan başa gül oldu, tikene aldırış bile etmez... Kalender gemide oturmuştur, yol alıp durmadadır, fakat kendisi yürümemekte [32].

Bütün bu telmihlerin rastgele olmasına ihtimal vermek biraz güçtür. Hele tâcir kılığında gezdiğini kaynaklardan anladığımız Şems'in bugün Konya Müzesinde bulunan külâhının, Melâmetîlikten meydana gelen Babaîlik yolundan ayrılan ilk Bektâşîlerin Horasânî elifî dedikleri taç oluşu, gerçekten dikkati çekecek birşeydir. Demek ki hususî bir kisveyle gezmemekle beraber Şems, bazan bu tacı da giyiyordu. Bu tacın kubbesinde «Allâhu rabbî», lengerinin önünde «La ilahe illâllâh», ardında «Muhammedür rasûlullâh», lengerinin iç tarafında «Bismillâhir rahmânir rahîm» yazılıdır [33]. Kalenderîlerle Bektâşîlerde de böyle yazılı taçlar vardır. Meselâ İstanbul'da Belediye Müzesinde bulunan bir kalenderi tacının üstünde «Meded yâ Ali» yazısı var. İstanbul' da, Defterdar'dan Eyüb'e gidilirken Zalpaşa camii karşısında, arkada, duvardaki taşta bulunan yazıdan Avranos Dede'ye aidiyetini anladığımız mezarın baş taşı, Şems'in külâhının aynıdır, yâni Horasânî elifî taçtır, yalnız kubbesi, fazlaca yüksektir, Burhân-ı kaatı', «zavrakıy» maddesinde «Bir nevi kalender kisvesidir ki kayık şeklinde diküp başlarına giyerler» diyerek (Terc. Matb. Âmire - 1268, s. 326) gerçekten de yandan, tam bir kayığa benzeyen bu tacı, İran kalenderlerinin giydiğini ve adına «zavrakıy» dendiğini bildirmededir. «Türkiyat Mecmuası» nda Fuat Köprülü'nün «Mısırdaki Bektaşilik» adlı makalesine eklenen ve altında «Eski Bektaşi minyatürlerinden iktibas edilmiştir» kaydını taşıyan Kaygusuz Abdal'a aid bir minyatürde de Horasânî elifî taç, yâni zavrakıy vardır. Ancak bu tacın kubbesinde dilimler ve tepesinde düğme görünmededir (c. 6, 1936 - 1939, s. 33). Köprülü tarafından kimin yaptığı ve nerde bulunduğu bildirilmeyen bu minyatür, sonradan öğrendiğimize göre Topkapı Sarayındadır ve XVIII. yüzyılda Levnî tarafından yapılmıştır. Ancak, XVIII. yüzyılda, artık bu çeşit taç olmadığı düşünülürse, Levnî'nin, bu minyatürü, eski bir minyatürden kopya ettiği sonucuna varırız.

Sultan Veled'in kızı Mutahhara Hâtunla Germiyan'lı Süleyman Bey'in soyundan gelen ve Sultan Abâ-pûş-ı Velî diye tanınmış bulunan Bali Mehmed Çelebi'nin oğlu ve Afyonkarahisar şeyhi Dîvâne Mehmed Çelebî'nin bazan düz, bazan seyfî [34] Mevlevî külâhı, bazan da «sikke-î devâzdeh küngüre-i Şemsiyye», yâni oniki terkli olan ve Şems'e nisbet edilen Kalenderi tacı giydiğini ve çok defa kalenderîler gibi çhar-darb olduğunu, yâni sakal, kaş, bıyık ve saçlarını usturayla tıraş ettirdiğini de biliyoruz (Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyân, cüz. I, s. 16 ve devamı). Bektâşîler tarafından kabul edilen ve Kalenderî, Celâli ve Hüseynî diye anılan kubbesi oniki, lengeri dört terk tacın Şems'e nisbet edilmesi de dikkate değer. Mevlânâ'nın, bir gün berbere «o kadar dipten kes ki ancak erkek olduğum anlaşılsın» deyip sakal ve bıyığını ta dipten kestirdiğini ve ertesi gün de «gıpta ederim kalenderlere, hiç sakalları yoktur. Sakalın az oluşu, insanın kutluluğuna delâlet eder» diyerek «sakal erkeğin ziynetidir. Çokluğu adama gurur verir. Gurursa insanı tehlikeye sokar» hadîsini okuduğunu ve «uzun sakal sûfîlere hoştur amma sûfî, sakalını tarayıncaya dek arif Tanrıya ulaşır» dediğini biliyoruz. (Eflâkî, 103. b).

Mevlânâ'nın kendisini Abdâl zümresinden sayıp imamlığın tasavvuf ve temkin ehline lâyık olduğunu söyliyerek Sadreddin Konevî'yi imamlığa geçirmesi de mânalıdır (140. a, Nefâhât terc. s. 518). Nihayet Mevlevîlikte Bektâşîliğin mücerret kolunda olduğu gibi tıraşın, esas erkândan olduğu da malûmdur (55. b). Filvaki Sühreverdiyye tarikatiyle diğer tarikatlerin bir kısmında da tıraş vardır amma şüphe yok ki bu, Kalenderîlikten geçmiştir. Mevlevîlikle Kalenderîlik arasındaki bu yakınlık Tibyân sahibini yanıltmış ve Kalenderîyye'yi, Mevleviliğin bir şubesi sanıp bu tarikati Dîvâne Mehmed Çelebi'ye nisbet etmesine sebeb olmuştur (47.b -77. a).

Bütün bu izahatın sonucunda biz, Şems-i Tebrîzî'yi Kaalenderiyeden göstermek cesaretini gene de kendimizde bulamıyoruz. «Makaalât» ta, bu hususta açık bir sözünü bulabilseydik tereddüdümüz kalmazdı. Fakat yalnız birisinin «dostlarımız esrarla kızışırlar. Kur'anda da esrara aid bir şey yoktur. Bu yüzden helâl olduğunda icmâ' vardır» sozüne karşılık «bu esrarı Peygamber zamanında sahabe kullanmazdı. Kullansalardı buna aid bir âyet gelirdi. Her âyet ihtiyaca göre ve ihtiyaç miktarınca geliyordu. Her âyetin inmesine bir sebep vardı. Meselâ Peygamber'in yanında Kur'an'ı yüksek sesle okudular. Ey inananlar, Peygamberin yanındayken seslerinizi, onun sesinden üstün olarak çıkartmayın âyeti indi [35]. Sahabe esrar kullanmadığından zamanımızda bu esrar, Acem diyarında Kalenderlere düştü» dediğini bulabildik. (Konya nüshası, s. 51, satır. 19-26). Fakat şu muhakkak ki Şems'i meşrep ve hal bakımından olduğu gibi sözleriyle de tarikat erbabından ve klâsik sûfîlerden saymamıza imkân yok. O, Şuttâr taifesinden ve Melâmetî neşesini haiz bir er. Şeyhi olan ve hal tercemesini bilmediğimiz Tebrizli Sepetçi ve Zembilci Ebû-Bekr, belki de bir Kalenderî şeyhiydi. «Sele-bâf» diye anıldığına ve bir sanat sahibi olup esnaf bölüklerinden bir bölüğe mensup bulunduğuna göre de herhalde Fütüvvet erbabındandı. Netekim Şems'in de Fütüvvet ehliyle münasebeti var. «Makaalât» teki şu sözler bunu açıkça gösteriyor: «Fütüvvet Âdem'e erişti, böyleydi. İbrahîm'e erişince de böyleydi. Emîrül mü'minîn Alî'ye erişince de böyleydi. Her biri, zamanlarında kendi miktarlarınca sözler söylemekteydiler. Benim nöbetim gelince çok ısrar ettilerse de ben birşey söylemedim, söylemem dedim. Orda bir derviş vardı, başını aşağıya eğmişti, hiçbir şey söylememişti. Bunun üzerine söylemeyi arzuladım, dedim ki: İnsan, ömründe ancak bir kerecik bir küçük ve ehemmiyetsiz suç işleyebilir. İşledi mi de artık ömrü boyunca babasının yolunu tutup o suça istiğfar etmesi gerektir. Çünkü babasına benzeyen zulmetmez derler. Bu sözleri söyledim ve Adem'in nasıl küçük bir suç işleyip ne tarzda tövbe ettiğini anlatmaya koyuldum.» (s. 112, satır. 17 - 21). Görülüyor ki Şems, bu sözlerle âdeta bir Fütüvvet eri gibi konuşuyor, Fütüvvetin yeni bir tarifini yapıyor, mevcut tariflere bir yeni tarif katıyor. Şems'in bu sözleri, aynı zamanda Konya'ya ikinci gelişinde kendisini Mevlânâ ile beraber karşılayanların arasında Fütüvvet ehlinin de bulunuşunun mânasını açıklamaktadır (Eflâkî, 175. a).

Ancak şunu da söyleyelim ki Şems, ister Kalenderiyyeden bir şeyhe mensub olsun, ister Fütüvvet yolunda ilerlemiş ve ahîlik mâkamına ulaşmış bulunsun, Şuttârdan olduğu ve bir Melâmetîden daha ziyade melâmeti temsil ettiği muhakkak bulunan bu zat, ömrü boyunca herhangi bir yola bağlanmış değil. O, bulut altına girmeyen yakıcı, kavurucu bir güneş. Yanmış, yakmış, ziyasiyle ortalığı aydınlatmış, kâinata Mevlânâ'yı göstermiştir. O, dibi, kıyısı görünmeyen, dalgalanıp köpüren bir deniz. Coşmuş, kabarmış, kıyıya değer biçilmez bir inci olan Mevlânâ'yı armağan etmiştir.


***

[17] -Risâlat-al-Malâmatıyya» dan, bildiğimize göre önce R. Hartmann bahsetmiştir (Z. D. M. G, Band LXXII, P. 193 - 198). Hartmann'ın Der İslamiche Oryent'da çıkan makalesini (İndex. III) Köprülüzade Ahmed Cemâl, türkçeye çevirmiştir (Darülfünun Edebiyat Fakültesi Mecmuası, sene. 3. sayı. 6, Nisan - Mayıs - 1340, İstanbul - Matbaa-i Âmire. 1924 — 1340, s. 277 — 322). Dâr-al-kütüb-al-Mısrıyya'da 178 no. da bir nüshası bulunan bu mühim eserin diğer bir nüshası Berlin K. de 3388 no. da, diğer bir nüshası da Britanya Müzesinde 7555 no. da kayıtlıdır [Dr. Abu-l-Alâ Afîfî: al-Malâmatıyyatı va-l-Sûfiyyatı va ahl-al- Futuvva, Mısır, 1945 — 1364, s. 83). Hicrî 999 da istinsah edilmiş bir başka nüshası da Millet K. de Reşid Efendi kitapları arasında, 453 no. da kayıtlı mecmuadadır (v. 120-124). Dr. Abu-l-Alâ Afîfî, yukarıda bahsettiğimiz eserinde, İstanbul metninden istifade etmeyerek bu risalenin metnini basmış (s. 86 - 120) ve risaleye değerli notlar ilâve etmiştir ki bu eser, baştan sona kadar ve aynen merhum Ömer Rıza Doğrul tarafından pek az ve lüzumsuz eklentilerle türkçeye çevrilmiş ve kendi adına telif bir esermiş gibi İstanbul'da bastırılmıştır (İnkılâp Kitabevi, 1950).

[18] Bu mesnevî, bugün ortada yoktur.

[Î9] XV. yüzyıl şâir ve naşirlerinden Vâhidî'nın 1522 sonlarında (929 safer iptidaları) yazdığı «Menâkıb-ı Hâce-i cihan ve Netîce-i can- adlı ve yer-yer şiirlerle bezenmiş kitabı bu zümrelerle Bektaşî, Şemsî ve Mevlevîlerin giyim ve inançları hakkında pek değerli bilgiyi İhtiva eder. Telif tarihinden 84 yıl sonra yazılmış bir nüshası bizde bulunan bu kitabın, nisbeten yeni bir nüshası da Süleymaniye Kütüphanesinde Halet Efendi kitapları arasında 242 no. da kayıtlıdır. XVII. yüzyılda Celvetî şeyhlerinden Karakaş-zade Ömer, bu kitabı biraz daha ıstılahlara boğarak «Nûr-al-hüdâ ll-men-ihtedâ» adiyle kendisine maletmiştir. «Menâkıb-ı Hâce-i cihan» dan, Önce «Türkiyat Mecmuası» nda biz bahsettik (c. III, 1935, ist. Devlet Matbaası, s. 129 - 132].

[20] Der ayn-i hüfr cevheri îman rubûdeî
Der dûzahîy-yu cennet u kovser girifteî ly ârifî ki ez sırı ma'ruf vâkıff Vey sâdeî ki reng-1 kalender girifteî

[21] Çu şeb şod cumlegân der hâb reftend
Heme çün mâhîyân der âb reftend
Herhe ender gam-ı esbâb îşan
Kalender-vâr bî esbâb reftend
[22] Haşem-ı ışk derâmed rubuz-ı şehr berâmed
Hele ey yâr-t kalender bişinov bang-i selâmet
[23] Nist kalender ez beşer yek be tu goft-i muhtasar
Cümle nazar buved nazar der hamuşî kelâm-ı dil
[24] Kad câe kalenderim mubahı
Yâ sâkıyu akbilî bi râhî
Vaskıyhf keza ilessabâhî
Yâ mu'teemdlyy-u yâ şifâî
[25] Goftem be kalenderi ki binger .
K'on çarh çl şod duta çl dâred
Goftâ ki ferâgatlst mârâ
K'o hod çİ kesest yâ çl dâred
[26] Pes mâ çl zenîm ey kalender
Ender girihî girih-guşâ nî
Mahdûmi-l Şems-i dîn-i Tebriz
Çun horşîdet derin semâ nî
[27] Tâ ki kalender dil-i men dâd mey-i muzhil-i men
Raks - künan delk - keşân cânib-i hammâr şodem

[28] Baka ender baka bâşed tarıyk-ı kem - zenân iy dil
Yakıyn - ender yakıyn bâşed kalender bî gumân [y dil Şunûdi Şems-İ Tebrîzî guman bordî ezû çîzî Yeki sırr-ı dil • âvîz! be tu âmed iyân iy dil
[29] Bicû bûy-ı Hak ez dehân-ı kalender
Be cid çün bicûyî yakıyn mahrem âyî
[30] Abdülbâkİ Gölpınarlı: Seçme rubailer: Maarif V. İslâm - Şark Klâsikleri: 11 ît. - 1945, s. 23, Rubai : LXXXIX.
[31] On bade ki ber halk harâmest haram
Ber cân-ı kalenderan müdâmest müdâm Hân iy sâkıy megû temâmest temam Âgâz-u temâın-ı mâ kudâmest kudâm
[32] Kalender gerçi fârîğ mînemâyed
Ve liykin nîst ez esrar fariğ Zi evvel mîkeşed û hâr-ı bisyâr Heme gül keşt-u keşt ez har fârtğ
Kalender hest der keşti nişeste Revan der râh-u ez reftâr fariğ
[33] Tacın, başa geçen ve çok defa üstteki kısımdan ayrı ve dikişle o kısma birleşmiş bir parça olan kısmına lenger, tepeyi örten üst kısmına kubbe, kubbede ve lengerde bulunan parçalara terk, yahut türkçe olarak dilim denir.
[34] Yassı ve keskin olan Mevlevî külahına, kılıca benzetilerek bu ad verilmiştir.
[35] Sûre. XLIX, el-Hucurât, âyet. 2. Bu âyetin nüzul sebebi, yüksek sesle Kur'ân •jyus değildir, tefsirlere bakınız.

Mevlana Celaleddin - Hayatı, Eserleri, Fesefesi 1999 sh. 60-66

3 Mart 2008 Pazartesi

AVAM'DAN OLMAYANLAR / MEVLÂNA'NIN ASIL ADAMLARI- A.Gölpınarlı

AVAM'DAN OLMAYANLAR / MEVLÂNA'NIN ASIL ADAMLARI
Kızı bir gün hizmetçisini incitmişti. Orda bulunan Mevlâna'nın canı pek sıkılmış, kızına istermisin demişti, fetvâ vereyim, bütün âlemde ne kul vardır, ne cariye, hepimiz kardeşiz (Eflaki 102. b)

(...)

Mevlânanın asıl adamları halk tabakasındandı, onları severdi. Mevlâna, asıl müridleri, babasiyle göçenlerden Muhammed Hâdim, Erzincanlı hekim Alâeddin, Mevlâna'nın müdahalesiyle idamdan kurtulan rum Alâeddin Süryanos, Konya ahilerinin reisi Ahi Ahmet Şah, Kazzaz Ahi Ahmet, çiftçi Ahi Muhammed Seydâverî, Konyada kürkçüler hamamında natırlık eden Ahi Natur, ressam Rum Aynüddevle,mimar Tebrizi Bedreddin, Çoban Dellâk (berber), Konyalı tâcir Hacı Emire, Hânende Şerefeddin Osman, Bedreddin Neccar (dülger ve marangoz), ressam Bedredin Yavaş, Hacac Nessac (dokumacı), Şeyh Gehvâreger (beşikçi), Neyzen Hamza (Kutb-ı Nâyî), debbağ Hüsameddin, ressam Rum Kaloyan, Kemâl Kavvâl (Hânende), rebab çalan Ebûbekr, Nâsireddin Kattânî (pamukçu), marangoz Mahmut ve Sinâneddin,çulhalar, kasaplar, tabağlar, esnaf, işçi, sanatkâr, Müslüman ve Hristiyan halktı, Mevlânanın etrafına bunlar toplanmıştı.

(...)

Muineddin; Şeyh Sadreddin'in evinde bir meclis tertip etmişti. Kemâleddin Emir-i mahfil, sohbet esnasında, Mevlanâ'nın adamları acaip adamlar dedi, çoğu halktan, şehirdeki esnaf ve işçi taifesinden. Fazilet ve bilgi erbabı, yanına hemen-hemen hiç varmıyor gibi. Fakat nerde bir çulha, nerde bir bakkal,nerde bir terzi varsa onu müridliğe kabul ediyor. Devrinde halkın esnafın ve işçinin nasıl aşağı görüldüğünü de bildiren bu sözleri duyunca Mevlâna, pek gücendi ve a kahpenin kardeşi dedi, Mansûr'umuz hallaç değil miydi? Buhârâlı ebubekr bez dokumaz mıydı, bir başka kâmil camcı değil miydi? Sanatlarının irfanlarına ne ziyanı dokundu? (Eflaki 40. b)

Zaten o, kendisini sevenlere, mutlaka ellerinin emeğiyle geçinmelerini, mutlaka bir iş yapmalarını, alış-verişte bulunmalarını tavsiye eder ve dostlaımızdan bu yolu tutmayan, bir pula değmez derdi (Eflaki 65. a). halk, beşı sıkıldıkça ona koşar, şikâyetlerini ona söyler, ondan teselli umardı....

O en tehlikeli zamanlarda bile halktan ayrılmamıştı.

KAYNAK: Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin, Hayatı, Eserleri, Felsefesi, İnkılâp, İstanbul, 1999, sayfa 218-20.