10 Şubat 2008 Pazar

Batı dünyasında neler oluyor?

1800'lü yıllarda "Tanrı'nın ölümü" ile sarsılan Batı dünyası, 1900'lerde "İnsanoğlunun Çöküşü"ne şahit olur. Siyaset dinden ayrışır; dinî inanç, "özel tercih" meselesine dönüşür; merkezine insanlığı alan laik siyaset felsefesi, Tanrı'yı temel alan ilâhiyat siyasetinin yerine geçer.



Ancak, laik siyaset felsefesinin de bir inanca ihtiyacı vardır; bu inanç, insanoğlunun akla uygun hareket edebileceği, ahlâk sahibi olabilmek için uzak bir tanrının direktiflerine ihtiyacı olmadığı inancıdır. Gelin görün ki, yirminci yüzyıl, iki büyük dünya savaşı, atom bombası, soykırımlar, ekonomik krizler, diktatörlükler vb. felâketlerle insanoğlunun ferasetine duyulan inancı da sarsmayı başarır. Harvard Üniversitesi'nin sosyoloji fakültesinin Rus asıllı kurucusu Pitirim Sorokin, (1) çağın ruhunu şu cümlelerle özetler: "Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra olan bitenin beni şaşkına çevirdiğini itiraf etmekten utanmıyorum. Beklediğim, barışın tekâmülüydü, savaşın değil. Toplumun barış içinde yeniden şekillenmesiydi, kanlı ihtilâller değil. Hümanizmaydı, kitle katliamları değil. Arıtılmış demokrasilerdi, keyfi diktatorya değil. Bilimin ilerlemesiydi, propagandanın ve gerçeğin yerine geçen otoriter sloganlar değil. Her cephede ilerlemeydi, barbarlığa geri dönüş değil!" (2) Aynı yıllarda yazan (1947) şair W.H. Auden'in(3) demesiyle, onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyılların "gün-ışığı dünyası," yirminci yüzyılda "gece-karanlığı dünyasına" dönüşmüş, "Endişe Çağı"na (Age of Anxiety) girilmiştir.

Ülkemiz entelijensiyasının gündeminde hemen hiç yer almayan "Endişe Çağı," Batı insanının ruhsal yalnızlık çektiği, olayların kontrolundan çıktığını hissettiği ruh hali olarak tanımlanır. Ondokuzuncu yüzyılda kendisini "yeryüzünün sahibi" olarak gören, (1880 itibariyle dünyanın %85'inin sömürgeleştirilmiş olduğunu hatırlayalım) bilimsel ilerlemelerle müftehir, hali vakti yerinde ben-merkezci Avrupalısı gitmiş, onun yerini kendi dışında oluşan olayların etkisiyle savrulduğunu hisseden, geleceğin nasıl şekilleneceğini kestiremeyen, olayları yönlendirememekten korkan bireyler almıştır. Benzeri endişeler, milletler ve medeniyetler söz konusu olduğunda da geçerlidir. Toplumlara yollarını kaybettikleri, siyasi ve ekonomik geleceklerinin kendi ellerinden çıktığı, başka birilerine tabi oldukları şeklindeki duygu yerleşirken, Batı medeniyetinin inişe geçtiğini hatta öldüğünü iddia eden tezler belirir. Önce Hıristiyan, sonra da sosyalizme revaç vermek suretiyle burjuva ahlâkını tepen Avrupa insanının başvurabileceği bir değerler sistemi kalmamış gibidir. George Orwell, C. Virgil Gheorghiu, Arthur Koestler (4) gibi Batı zihniyetinde derin izler bırakan yazar ve düşünürler, medeniyetlerinin "25. saat"ine girdiği" şeklindeki gözlemlerini dillendirmeye başlarlar. 25. saat dedikleri, "insanoğlunun kurtarılamayacak" noktaya geldiği saattir.

Berlin duvarının yıkılışı, sadece Sovyet despotizminin reddini değil, toplum-mühendisliğinden soğumayı da temsil etmektedir. İnsanlığın dünyayı iyileştirmek yolunda yaptığı her müdahale, işlerin daha kötüye gitmesiyle sonuçlanmış gibidir. Doğaya hakim olmak girişiminin küresel ısınma ve türlerin yok oluşuna neden olduğu saptanmıştır. Topluma hakim olmak iştiyakı, soykırım felâketlerini, toplama kamplarını, gulagları getirmiştir. Bütün bu olumsuzluklar, Batı entelijensiyasında "insanoğlundan korkulması gerektiği" şeklinde bir eğilimin yerleşmesiyle sonuçlanır. Gelinen nokta, "özgüven kaybından müzdarip gibiyiz; insanlığın ve diğer varlıkların dünyasını zenginleştirecek, ahlâki anlamı olan hayatlar kurma yeteneğimizi yitirmiş gibi duruyoruz" noktasıdır.

Gelişmelerden siyaset de nasibini alır. Geçen iki yüzyıl boyunca tarafların birbirlerine kastetmeleriyle sonuçlanan ideolojik farklılaşmaların sınırları silinmeye, kaybolmaya yüz tutar. Toplumsal yaşamın nasıl sürdürülmesi gerektiğine dair farklı ideolojilerin, dünya görüşlerinin çarpıştığı bir arena olmaktan çıkan siyaset, varolan sistemi kimin daha iyi yönetebileceğine ilişkin tartışmalarla kısıtlanır. Öte yandan, iktidar ve muhalefet uçlarının yakınlaşmasıyla daralan siyasi arenanın bireylerin kendilerini ve toplumsal birlikteliklerini tanımlamaları için birtakım başka aidiyetler aramalarına da yol açtığı görülür. Ülkemizden bir örnek vermek gerekirse, bir zamanlar, meselâ, MHP'li olmak, bireyin sosyal, ekonomik, dinî vb. tercihleri itibariyle kendisini tanımlaması için yeterli olabilirken, günümüz siyasi partilerinin ideolojik duruşları itibariyle yakınlaşmış olmaları, kişinin kendisini ifade edebilmesi için diğer başka aidiyetler de aramasına neden olacaktır. Siyasi partilerin çatıları altından böylece uzaklaşan aidiyet kökenli dayanışma, kültür, inanç, etnisite gibi diğer başka birleştirici unsurlara yönelir; siyaset ve ideolojiler yerlerini "kimlik siyaseti" olarak tanımlanan oluşuma bırakırlar.

Bireyin kim olduğunu kültür belirliyor

1960'larda ortaya çıkan "kimlik siyaseti" tanımının temel kabulü, toplulukların belirleyici niteliklerinin, dahil oldukları ekonomik sınıflar değil, kültürleri olduğu şeklindedir. Şöyle ki, örneğin, bir Türk sanayicisi, son tahlilde, kendisini bir Japon ya da Belçikalı sanayici ile değil, işçi sınıfından dahi olsalar, kendi kültüründen, geçmişini ve deneyimini paylaştığı birileriyle tanımlayacak, öncelikle onlarla dayanışacaktır. "Modernite"nin yarattığı sınıflandırmalarının reddi olarak değerlendirilen '60 sonrası Üçüncü Dünya özgürlük hareketleri, insan hakları örgütleri, feminist gruplar, gay hakları kampanyaları, vb. çıkışlar, sahici kimliklerin başkaldırısı olarak değerlendirilir. Nitekim, geçen kırk küsur yıl zarfında, marjinal gruplaşmaların başlattıkları hareketler büyümüş, günümüzde çok-kültürlülük olarak olumlanan anlayışı yaygınlaştırmıştır. Günümüz Batı dünyasında sıkça rastlanan bir argüman, ekonomik alanda revaç verilen liberalizm eğer "bireye eşit saygı anlamına geliyorsa, farklı kültüre sahip insanların yaşam biçimlerine ve dünya görüşlerine de saygılı olmak gerekir" şeklindedir. Böylece, başta dini inançlar olmak üzere, kültürel tercihlere, beğenilere ve yaşam biçimlerine saygı duyulacak ve farklılıkların kamusal alanda tanınmaları, haklarının teslim edilmesi sağlanacaktır.

Önceki yazımda açıkladığım "Büyük Kopuş" böylece yeni bir nikâh tazeleme ile sonuçlanırken, Batılı düşünürler, bu nikâhın, dinlerin yükselmeleri veya baskın çıkmalarından değil, kültürlerin doğasını ve önemini teslim eden seküler argümanların sonuçları olduğunda ısrarlıdırlar; bu bağlamda, yükselenin "iman" olmayıp, bireysel "kimlik" arayışı olduğu vurgulanır. Dinî inançlar, toplumların kültürel belleklerinin ayrılmaz parçaları hüviyetleriyle saygı görmelidirler; kaldı ki, dinî inançlar, kültürlerin dışa dönük ifadeleri olmanın ötesinde toplumsal değerlerinin de anahtarlarıdırlar.

"Ben kuşağı" dedikleri bir kavram var: "me generation." Bu kavram, ister "radikal İslam olsun, ister karizmatik Hıristiyanlık," deniyor, geleneksel dinlere dönüşü değil, tersine geleneksel dinlerden kopuşu anlatır çünkü, "ben kuşağı" dine takva için değil, "kimlik ve aidiyet" saikleriyle dönmektedir. Bu çerçevede, günümüzde din odaklı tartışmaların dinlerin muhtevalarına ilişkin konularda olmayıp, örneğin, "Bir Hıristiyan lisesinde Yahudi öğrenci olmak ne demektir?" ya da "İslam nasıl yaşanmalıdır?" şeklinde, bireyin kimliğini tanımlamasına hizmeti öne çıkardığına dikkat çekiliyor. "Kimlik yapılanmasının" harekete geçirdiği dönüşümün, Müslüman, Hıristiyan ya da Hindu, tüm dinlerde gözlemlendiği, din merkezli hareketlerin ortak noktalarının mensubu oldukları dinlerin ortak noktalarından çok daha fazla olduğu ifade ediliyor. Eylemcilerin küreselleşme-karşıtlığı, çevrecilik gibi özde dünyevi/seküler konularda da dayanışma içine girebildikleri düşünüldüğünde, Batı cenahında yükselenin "iman değil, kimlik arayışlarının dinî kanadı" olarak mütalâa edilmesi gerektiği şeklinde bir görüş ortaya çıkıyor. Bir örnekle açıklamak gerekirse, bu, Hazreti İsa'nın Allah'ın oğlu olduğuna iman etmemekle birlikte, Hıristiyan kimliğine diğer başka saiklerle sahip çıkmak gerektiğini düşünenlerin birlikteliği olarak tezahür ediyor.

Neticeyi kelâm, siyasi, kültürel ve ulusal aidiyetlerin aşınması; geleneksel iletişim biçimlerinin, fetva mercilerinin ve ahlâk ilkelerinin zayıflamasıyla doğru oranda yükselen toplumsal atomizasyon, özellikle de Avrupa göçmenleri, Afrikalı Amerikalılar, mutaassıp beyazlar gibi egemen liberal/laik kültürün seslerini kıstığı insanların dört başı mamur kimliklere ve ahlâki duruşlara duydukları özlemi artırıyor. Bu insanlar, özlemlerine bireysel kimliklerine sarılmak ve dünya ile doğrudan ve birebir ilişkiler geliştirerek kavuşmaya çalışıyorlar. Batı dünyasında neler olup bittiğini anlamak için Prof. Kenan Malik'in şu yorumuna kulak vermekte yarar var: "Kör olduğumu sanmıyorum, umarım deli de değilimdir ama 'Tanrı'nın ölümü' ne kadar doğru idiyse, 'dine dönüş'ün de o kadar doğru olduğunu düşünüyorum. Bence, Tanrı, ne o zamanlar/19.yüzyılda/ ölüydü, ne de şimdi canlı. Değişen bir şey varsa, o da dinin anlamı. Bugün dinin kucaklanıyor olmasının ne Tanrı, ne de dinbilimle ilgisi var; olan biten, 'kimlik' denilen o fevkâlâde dünyevi sorunun tezahüründen ibaret."

(1) Pitirim Aleksandroviç Sorokin, 1889-1968 (2) New York, 1941 (3) İngiliz asıllı Amerikalı, 1907-1973 (4) George Orwell'in asıl adı, Eric Arthur Blair, 1903-1950, İngiliz gazeteci ve yazar; Constantin Virgil Gheorghiu, 1916-1992, Romanya doğumlu Fransız yazar; Arthur Koestler, 1905-1983, Macar asıllı İngiliz yazar

ALEV ALATLI
03 Şubat 2008, Pazar