“İNSAN AKIL VE
İDRAKLE ÜSTÜNDÜR…”
XXXIII. sûrenin (Ahzâb) 72-73 âyetleri “ Şüphe yok ki biz arzettik emaneti göklere ve yeryüzüne ve dağlara ; derken onlar onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular ve onu yükledik insana; şüphe yok ki çok zalim oldu, çok bilgisiz bir hâle geldi. Emanete hıyanet etmeleri yüzünden Allah, münafık erkeklerle kadınları ve şirk koşan erkeklerle kadınları azaplandıracak, hıyanette bulunmayan erkeklerle kadınlara da tövbe nasîp edecektir ve Allah suçları örter, rahimdir” mealindedir.
Emaneti, yapılması emredilen, yapılmaması buyurulan şeyler, Tanrı farzları, emanete ve ahde vefa etmek gibi manalar verilmiş, göklere, yeryüzüne, dağlara arzetmekten maksat, göklerde, yerlerde dağlarda bulunanlara arzetmektir diyenler olmuştur. Âyetin hükmündeki zâlim ve câhil olmak, emaneti yüklendikten sonra ona hıyanet etmek dolayısıyladır yahut emâneti yüklenmeden önceki hâldir ve bu hükümden Peygamberler, onlara yakın olanlar müstesnadır; onlar, bu hükümdeki tamamı dâhil değillerdir. Ragıb-ı Isfahânî, emanet akıldır demiştir; doğrusuda budur; çünki Allah’ın birliği onunla anlaşılacağı gibi adaletde onunla yürür; bilgi de onunla elde edilir; insan, akıl ve idrakle öbür yaratıklardan üstündür der (Al-Mufradât fî Garîb’il-Kur’ân, Muhammed Seyyid-i Giylânî tahşiyesiyle; Tehran, s. 25-26)
….VE TANRI AKL’A “BEN SENDEN
ÜSTÜN ŞEY YARATMADIM” DEDİ
Hadîs-i Kudsîde, yani Hz. Muhammed’e vahiy yoluyla ve melekle değil de rüyada yahut ilhamla bildirilen ve Kur’ân-ı Kerîm’e dâhil olmayan, Hz. Peygamber (S.M) tarafından, “Allah dedi ki, der ki” tarzında bildirilen Allah sözlerinden birinde, akıl hakkında deniyor ki “Allah aklı yaratınca ona, gel dedi, geldi; git dedi gitti. Otur dedi, oturdu; söyle dedi, söyledi; sus dedi, sustu. Sonra Allah, bana senden sevgili, senden yüce bir şey yaratmadım; seninle tanınırım; seninle bana hamdedilir; seninle itaat edilir;seninle alırım ; seninle veririm; sevap da sanadır; senin yüzünden kazanılır, azap da buyurdu” (Al-İthâfât’üs-seniyye fi’l-Ahâdîs’il-Kudsiyye; Haydarâbâd 1323, s. 178-179). Kur’ân-ı Kerim’de, akıl, sayılamayacak kadar çok âyette övülmektedir. Hz. Peygamber (S.M.), “Allah, kullara akıldan üstün bir şey ihsan etmemiştir; akıllı kişinin uyuması, bilgisiz kişinin, gecelerini ibadetle geçirmesinden üstündür; akıllı kişinin yiyip içmesi, bilgisizin orucundan üstündür. Allah, hiçbir Peygamber göndermedi ki onun aklım tam ve kâmil kılmasın; onun aklı, bütün ümmetin aklından üstün olmasın” buyurmuştur (Sefînat’ül-Bıhâr, II, s. 214)
İslâmda teklif, tam aklîdir, akla dayanır. Aklı olmayanın sorımluluğu yoktur; ergenlik çağına girmek de teklif için şarttır. Dini emirlerde, tümden yahut bir kısmında İslâmı şart koşanlar olmuş, Hz. Peygamber’in (S.M.) bütün insanlara gönderilmiş olması bakımından bu şartı kabul etmeyenler de bulunmuştur; fakat cezaî hükümlerde İslâmın şart olmadığında ittifak vardır. Burada Hz. Peygamber’in (S.M.), “ Bize, insanlarla, akılları miktarınca konuşmamız emredildi” buyurduğunu (Künûz’ül-Hakaaık, Câmi’us-Sagıyr haşiyesinde, I, s. 69) ve onun sözlerinin de, LIII. Sûrenin (Necm) 4. âyetinde beyân buyurlduğu veçhile vahye müstenid olduğunu da söyleyelim.
Sosyal Açıdan İslam Tarihi -Abdülbaki Gölpınarlı sh.186-187 -2006
Derin Yayınları
Aşk-ı Mevlânâ'da Yananlar...
28 Şubat 2008 18:17
Mesnevî, Aşk-ı Mevlânâ'da Yananlara Konuşur.
Yüzakı: Hocam, Mevlânâ’dan günümüze Mesnevî, yazıldığı günkü kadar canlı, engin ve gündemde. Mâlumunuz kaleme alınan eserler, ya tâlihi yaver gider de kitlelere mâl olur, ya da kendi muhtevâ ve ifade ağırlığını ortaya koyarak… Mesnevî bu noktada nasıl bir yerde duruyor?
Mahmud Erol KILIÇ: Mesnevî yazıldığı tarihten itibaren kıymetli bir ilham eseri olarak, âdeta mukaddes bir eser olarak görülmüştür. Özellikle Mevlevîlik tarihinin ilk devirlerinde Mesnevî’nin Mevlevîler elinde âdeta hatmedilen bir kitap olduğunu görüyoruz.
Ancak daha sonraki dönemlerde Mevlevîlik dışı tarîkatlerin de önemli bir kitabı hâline gelmiştir. Bugün Mesnevî üzerine yapılan şerhlere baktığımız zaman şârihlerin sadece Mevlevîlik yolundan gelmeyen, Mevlevîlik dışı yollardan da gelen insanlar olduğunu görmekteyiz. Halvetî, Nakşî, Kâdirî… ilh. gibi çok değişik kesimlerden insanların şerhler yaptığını görmekteyiz. Hattâ İran çevrelerinde Molla Hâdi-yi Sebzevârî gibi İşrakî bir feylesofun dahî Mesnevî üzerine şerhi vardır.
Mesnevî’nin muhtevasına baktığımız zaman daha çok mukaddes kitaplarda gördüğümüz bazı hakikatlerin, misâller yardımıyla, hikâyeler yoluyla anlatılması usûlünü görmekteyiz. Bu açıdan Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde yer alan bu hikâyelerin bazıları tarihî anlamda vâkî olmuş bir takım hadiseler üzerinden Mevlânâ’nın bir irfan aktarışıdır; fakat diğer bazıları da olmamış hâdiselerdir, Mevlânâ tarafından kurgulanmıştır. Binâenaleyh Mevlânâ Hazretleri’nde anlatım sanatlarının yani şiiriyet tarafının ve tahkiye yönteminin de kuvvetli olduğunu görmekteyiz.
Cenâb-ı Allah Kur’ân’da: “Biz sizlere birer misâl veriyoruz.” buyurur. Akıl sahipleri için, verilmiş bu misâllerde çok büyük örnekler ve alınacak ibretler olduğu bildirilir. İşte Mevlânâ Hazretleri’nin takip ettiği tarîk de budur. Mesnevî’de anlatılan hikâyeler sadece kuru birer hikâye değildir. Burada aktarılmak istenen hikmetler vardır. Hissettirilmek istenen bir ruh vardır. Hikâyeler bu ruh için kurgulanır.
Hattâ Molla Câmî, Mevlânâ için: «Sanki bir nebî ama kitabı yok» der ki bu vahyedilen bir kutsal kitap kendine gönderilmemiş bir elçi mesabesindedir, anlamındadır.
Mesnevî-i Şerîf’e bu denli kıymet atfeden bakış açılarının tarihteki yansımalarına gelince… Osmanlı’da birçok kişinin Farsça öğrenmesi Mesnevî yönüyle olmuştur. Yani insanların büyük kısmı, Farsçayı doğrudan öğrenmek yerine: «Ben Mesnevî’yi öğreneyim…» diye Farsça dersi alarak bu dili öğrendiklerini görmekteyiz.
Yahyâ Kemâl’e sormuşlar:
“–Türkler Viyana kapılarına nasıl gitti?” diye… O da:
“–Türkler Viyana kapılarına kılıçla mı gitti zannediyorsunuz? Hayır Osmanlı, Viyana kapılarına bulgur pilâvı yiyerek ve Mesnevî okuyarak gitmiştir.” cevabını vermiş.
Burada kastedilen şey şudur:
Pirinç pilavı zenginlik alâmetidir. Zaten Osmanlı’ya da çok sonraları dışarıdan gelmiştir. Ama Anadolu halkının çok tükettiği gıdalardan olan bulgur bir mütevâzılık alâmetidir. Dolayısıyla bu sözü şöyle yorumluyoruz: Osmanlı Viyana kapılarına kadar çok büyük zenginlikler eliyle değil, mütevâzı yaşantılarıyla bir yandan bulgur yiyerek, bir diğer yandan da ruhlarını Mesnevî çeşmesinden doldurarak gitmişlerdir.
Zaten Balkanlar’ın İslâmlaşması sürecine baktığımız zaman bunu açık bir şekilde görüyoruz. Macaristan’ın Pec isimli şehrine varana kadar birçok Balkan şehrinde Mevlevîhâne vardır. Sarayevo’da da bir Mevlevîhâne bulunmaktaydı. Nitekim Bosna’dan çıkmış bir hayli Mevlevî veya Mevlânâ uzmanı görmekteyiz. O kadar ki, Selânikli bir Yahudi dönmesi olan Avdetî Es’ad Dede isimli bir zât bile İstanbul Fatih Tahir Ağa’daki ders halkasında Mesnevî dersleri ve sohbetleri yapmakta ve o Mesnevî derslerinden bir hayli insan etkilenip istifade etmektedir.
Mesnevî bugün birçok yabancı dile çevrilmiş bir kitaptır. İngilizceden Fransızcaya birçok dilde tercümeleri bulunmaktadır. Üzerinde çok fazla şerhler yapılmıştır. Çevrilmekle kalmayıp çevrildiği dillerdeki bazı entelektüelleri de etkilemiştir. İşte günümüzün meşhur, Türkçeye bile çevrilip, bir hayli baskı yapan kitabı hakkında Brezilya asıllı Paul Coelho isimli edebiyatçıyla yapılan bir röportajda: «Ben bu Simyacı romanının hikâye örgüsünü okumuş olduğum Mesnevî’den bir bölümden aldım.» demiştir. Bu itiraf güzel bir şeydir. İtiraf edenler var, itiraf etmeyenler var. Malûm-i âlîniz Şeyh Gâlib yıllar evvel şiirlerini söylediğinde bazıları:
«–Efendim, bunlar Mesnevî’ye benziyor. Söylediğiniz beyitler Hazret-i Mevlânâ’nın beyitleriyle aşağı-yukarı aynı, hattâ bazıları aynısının tekrarı gibi, ne dersiniz?» deyince:
«–Evet, çaldım. Çaldımsa da mîrî malı çaldım.» demek sûretiyle Mevlânâ’nın eserlerini bu tür insanların ortak malı, yani sultanın arazisi olarak görmüş ve bundan istimalde bulunmakta da bir beis görmemiştir.
Mesnevî okunması, üzerinde tefekkür, teemmül edilmesi Mevlevî geleneği içerisinde seyr u sülûk açısından da önem arzetmiştir. Yani Mesnevî’nin altı defterinden değişik nefs mertebelerindeki mürîdan için ayrı ayrı dersler çıkarılmıştır. Yani Mesnevî’yi bir seyr u sülûk kitabı olarak da görmek mümkündür.
Mevlevî kültürü içerisinde Mesnevî dersini geçenler ancak Dîvân-ı Kebîr’i okuyabilirler. Tabiî zaman içerisinde Mesnevî’ye verilen bu önem, beraberinde bazı sanat dallarının da ortaya çıkmasını sağlamıştır. Ne gibi?
Meselâ; Mesnevî’lerin özel olarak kıraat edileceği, tedris edileceği, tâlim ve şerh edileceği, zevk edileceği mekânlara ihtiyaç duyulmuştur. Böylece belki de İslâm medeniyeti içerisinde başka kitaplara nasip olmayan -meselâ, bir Fusushâneler oluşmamıştır, Mektûbathâneler oluşmamıştır- bir Mesnevîhâneler geleneği oluşmuştur. Burada Mesnevî dersleri yapılmıştır. Tabiî ki burada Mesnevî dersini yapan üstâdın, hocanın hem zâhirî ilim müktesebâtı, hem de mânevî zevki oranında değişik Mesnevî dersleri yapılmıştır.
Bu açıdan bakıldığında Mesnevî bizim coğrafyamızdaki İslâm anlayışının şekillenmesinde çok önemli rolü olan bir kitaptır. Tabiî ki Arap dünyasında, Orta Asya’da başka kitaplar çok müessir olmuş olabilir. İslâm düşüncesinin şekillenmesinde özellikle Anadolu ve Rumeli’deki İslâm anlayışında çok merkezî bir yerde oturmaktadır Mesnevî.
Yüzakı: Mesnevî’yi buraya ve bu ölümsüz noktaya taşıyan temel özellikleri nelerdir?
Mahmud Erol KILIÇ: Bir eseri ölümsüz kılacak olan şey; ölümsüzlük noktasını yakalamasıdır. Ölümsüzlük noktası rûhâniyettedir. Ruh, Allah’ın emâneti olarak bütün yeryüzüne, bütün mahlûkata, başta insan olmak üzere üflenmiştir. Bütün bedenî vasıflar, bütün cismânî, maddî, materyal vasıflar ârızîdir, ölümlüdür, hepsi geçicidir. Ancak ruh, ölümsüzdür, bâkîdir. Çünkü rûhun kaynağı ölümsüzdür. Dolayısıyla rûhâniyet mertebesini yakalamış bütün eserler kalıcıdır. Bu eserler, kitâbî olsun veya olmasın, Mesnevî’nin bugün çevrildiği bütün dillerde karşılık buluyor olması, âdemoğlunun hangi milletten, hangi meşrepten, hangi dinden olursa olsun, o müşterek insanî özelliği bulduğunu vurguladığının bir göstergesidir. Mesnevî’yi ölümsüz kılan özellik, rûha hitap ediyor olması, rûhun ölümsüz olmasından dolayı, o eserin zamanını aşarak günümüze, hattâ günümüz sonrasına uzanmasıdır. Çünkü insanın rûhânî yönü; zamanî değildir, ırkî değildir, kavmî değildir, cinsî değildir. Yani insanın rûhânî özellikleri, hangi kavimden, hangi topraktan, hangi coğrafyadan, hangi cinsiyetten olursa olsun ortak insânî esaslardır. O eşref-i mahlûk olmanın verdiği bir özelliktir. Buna hitap ettiği sürece her türlü eser, ölümsüzlük suyundan içmiş olur ve de içirir. Bu tür eserlere «klâsikleşmiş eser» denir.
Yüzakı: Böyle bir başarı, hangi temel kültürün ve olgunluğun eseridir? Mevlânâ’nın Mesnevî’yi ortaya koyan dağarcığının özünde neler vardır?
Mahmud Erol KILIÇ: Her eserin bir doğum süreci vardır. Özellikle tasavvufî literatürde bir eserin yazılması modern yazarların yazılarını yazış tarzından farklı olarak daha çok ilham yoluyla olduğu için öncelikle böyle eserlere hâmile kalınır. Bu süreç içerisinde bir duygu yoğunluğu yaşanılır ve nihayet onun bir inficârı (patlaması) sûretiyle eser ortaya çıkıverir.
Mâneviyat âleminde hâmile kalmadan eser verenler, pek hoş görülmezler. Binâenaleyh Mevlânâ Hazretleri’nin eserlerini yazmadan evvel kendisinin çok güçlü bir mâneviyat hayatı yaşadığını görmekteyiz. Her ne kadar Mevlevî çilesi ile Halvetî erbaîninde bazı ufak farklılıklar varsa da çileye girdiğiniz zaman bir buçuk metreye bir buçuk metre olan bir alan içerisinde ve geceleri hiçbir şekilde sırtınızın yatağa veya duvara yaslanmadan uyumak sûretiyle sadece müttekâya çenenizi dayayarak uyumak sûretiyle geçireceğiniz bir 40 gün, ardından bir 40 gün, ardından bir 40 gün… Kırk üstüne kırk gün çıkardıktan sonra bu tür eserleri Şems-i Tebrizî isimli bir gönül çelici ile karşılaşması neticesinde zaten yanmaya hazır meş’ale birden alev almış ve bu eserler ortaya çıkmıştır. Bu mânâda Mevlânâ’da o eserlerin, o şiirlerin mânevî babası, bir bakıma Şems-i Tebrizî’dir. Bundan dolayı zaten eserine Külliyât-ı Şems demiştir. Yani bunları ben söylemedim hocam söyledi anlamında. Ne büyük bir edep. Tam bir fenâ fi’ş-şeyh hâli…
Mevlânâ bu eserlerin doğumundan evvel, birçok doğum sıkıntıları çekmiştir. Bunu hisseden has müridânından olan Çelebi Hüsâmeddin Efendi onu âdeta tatlı bir şekilde iknâ etmiş ve bu eserlerin zuhura gelmesine aracı olmuş, ebelik etmiştir.
Binâenaleyh Çelebi Hüsâmeddin olmasaydı, belki Mevlânâ bu eserleri, bu sözleri söylemiş olmayacaktı, söylemeden gidecekti. Çünkü tıpkı diğer âriflerde de olduğu gibi, Mevlânâ’nın da yazmak arzusu, derdi taşımadığını görmekteyiz. Zira ârifler bir şeyi yaşamayı tercih ederler. Yaşamanın lezzeti içerisinde müstağrak olan bir kişi bunu başkasına aktarmayı hem uygun görmez ve hem de bir sevgi hâlini, bir özel hâli, bir mahrem hâli, başkasıyla paylaşmayı ahlâken kendilerine yediremezler. Bunu sadece Mevlânâ’da değil, İbn Arabî’de, Yunus Emre’de, Niyâzî-i Mısrî’de ve sâir birçok ârifte görmekteyiz.
Ancak birçoğuna -İbn Arabî örneğinde de görüleceği üzere- emr-i ilâhî işaretiyle yazdırılıyor. Bu zâtlar bu kitabı yazdıktan sonra, şu şiirleri söyledikten sonra, şunlara güzel bir çeki-düzen vereyim, bir tanzim edeyim, bu kitaba güzel bir isim vereyim, baskısı şöyle olsun, cildi böyle olsun gibi kaygılar taşımadıklarından dolayı söyler geçerler. Bundan dolayı bakın Mevlânâ’nın eserine özel bir isim dahî aramadığını görüyoruz. «Mesnevî» diyor. Mesnevî aslında bir kitaba konacak bir isim değildir. Mesnevî malûm, iki beyitte her bir mısraın sonunun aynı kâfiyede olması ile oluşan kısa vezinli bir şiir söyleyiş tarzıdır.
Mesnevî-i Şerîf’in ulaştığı başarı şüphesiz İslâm irfanına ait en üst ilmeklerden insanlık sırrının açılmasıyla alâkalıdır. Şüphesiz Hıristiyan, Mûsevî vesâir geleneklerde de bir takım metafizik eserler üretilmiştir. Ancak şu gerçek ki, Hıristiyan ve Mûsevîler başta olmak üzede gayr-i müslim uzmanların da itiraf ettiği üzere, Mevlânâ’nın eserlerindeki lezzet ve yüksek seviye hiçbir beşerî eserde görülmemiştir.
Mesnevî, İslâm’a mahsus bir eserdir. Kendisi bunu beyitlerinde açıkça belirtir. Benim eserlerimde Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mirasından başka bir şey aramayınız, der. Nitekim O, “Men bende-i Kur’ân’em” diye başlayan o meşhur rubâîsinde meâlen şöyle söyler:
Kur’ân-ı Kerim bendesiyim ben yaşadıkça,
Yalnızca Muhammed yolunun toprağıyım ben!
Bundan öte bir söz dese her kim, karışıkça,
Israrla şikâyetçiyim ondan ve o sözden!..
Mevlânâ Hazretleri bu rubâîsinde, bağlı bulunduğu çizgiyi net bir şekilde ifade etmektedir. Mevlânâ’ya başka bir çizgi arama beyhûde bir çabadır. Hâsılı, Mesnevî’nin sahip olduğu mıknatıs o hakikat-i Muhammediyye’nin aşk mektebindeki ifadesidir.
Yüzakı: Muhtelif dillere tercüme edilen Mesnevîler, gerçek Mesnevî’yi ne kadar yansıtıyor? Batı dünyası, Mesnevî’ye, gerçekten ondan faydalanmak için mi; yoksa hümanist yaklaşımlarını desteklemek için mi yöneliyor?
Mahmud Erol KILIÇ: Her türlü filozofun, bilgenin, ârifin sözü söylendikten sonra artık insanlığın ortak malı olur. Bu insanlıkta kim ne niyetle anlarsa anlar veya anlamaz. Binâenaleyh Mevlânâ’nın sözleri de, bazılarınca kendi itikat ve inanışlarına uydurulmaya çalışılmıştır. Oysa Mevlânâ’yı doğru anlamak, onu kendi havuzu içerisinde anlamak demektir. Onun buna yönelik de beyitleri vardır zaten. Mesnevî’nin ilk 18 beytinin içinde buna da cevap veriyor:
“Hiç kimse benim derûnumda yatanı araştırmadı. Herkes beni kendine uydurmaya çalıştı. Herkes bana bir yönden baktı. Herkes bana kendi görmek istediği, bakmak istediği şekliyle baktı…” anlamında bir söz söylüyor. Yani onların görmek istediği Mevlânâ değilim ben, diyor.
Muhtelif dillere tercüme edilen Mesnevî’lere gelince, onların gerçek Mesnevîleri ne kadar yansıttığı, tercümede anlayışlar ve aktarışlar nispetinde ne kadar ne yapılabildiğine paralel olarak değişir…
Meselâ: Nicholson’ın İngilizceye yapmış olduğu tercüme, harfî bir tercümedir. Bu hâliyle gerçekten çok güzel bir çalışmadır. Tercümenin ötesinde bir de çok güzel notlandırmaları vardır Nicholson’ın. Kendi müktesebâtı, kendi bilgi kaynakları doğrultusunda geniş şerhler düşmüştür. Nicholson bu tercümeyi en eski nüshalara dayanarak yapmıştır. Konya nüshasını tercümeyi bitirmesine yakın inceleyebilmiştir. Binâenaleyh tavsiye edilebilir.
Lâkin bazı İngiliz yazarlarınca bu tercümenin çok fazla şiiriyet özelliğini gözetmeyip, mânâyı doğru aktarmayı hedeflediğinden dolayı şiir zevki açısından zayıf kaldığı söylenmiştir. Bundan dolayı Nicholson’ın bu tercümesini alıp onu şiiriyet yönünden işleyen yeni tercümeler de yapılmıştır. Bunlar daha çok tutulmuştur. Meselâ: Bugün Amerika’da kitaplarının en fazla sattığı söylenen ve kendisi de şair olan Coleman Barks isimli bir Amerikalı, Nicholson tercümesini alarak bir adaptasyon yapmıştır. Bu yapmış olduğu adaptasyon gerçekten çok zevkli tercümeler hâline gelmiştir ve Coleman Barks tercümeleri hâlâ çok okunmaktadır.
Fransızcada da Havva Hanım’ın (Eva Meyerovitch) yapmış olduğu bir tercüme bulunmaktadır. Fakat bu tam bir tercüme değildir. Fransızcaya tam tercüme İran asıllı bir Fransız olan Emir Müezzî tarafından yapılmıştır.
Gabriel Mandelkhan da Mesnevî’yi İtalyancaya çevirmiştir. Rusçaya, Almancaya, Sırpçaya tercümelerinin yapılmakta olduğunu duyuyorum ama bu diller hakkında bilgim olmadığı için bu tercümeler hakkında iyidir, kötüdür diye bir şey söyleyemeyeceğim.
Yüzakı: Bu noktada; “Gönülleri temiz insanlardan, hakikati sevenlerden başkalarının Mesnevî’ye dokunmalarına müsaade yoktur.” cümlesini değerlendirir misiniz?
Mahmud Erol KILIÇ: Bu, bazı mânevî metinlerin otomatik kilitlenmesidir. Metin, kendini otomatik olarak kilitler. Nâ-ehle, nâdâna o metin kendini kilitler. Bunu yüce kitabımızda da görmekteyiz. Kur’ân-ı Kerîm’de: “Lâ yemessühû illâ’l-mutahharûn” âyetine göre tathir, yani temizlenme faaliyetinden geçmeyenlerin Kur’ân-ı Kerîm’e dokunamayacağı bildirilir. Bunu hukukçular hukuk düzeyinde algılamak sûretiyle «abdesti olmayanlar dokunamaz.» şeklinde tercüme etmişlerdir ki, Fıkıh Usûlü mantığı açısından doğrudur. Ancak zâhire ait olan bu mânânın rûha ait olan yönü de vardır. Bu birbirinin alternatifi değildir. Her iki mertebedeki anlamı da muhafaza etmek gerekir. Tasavvufî açıdan bakıldığında meshetme, Kur’ân-ı Kerîm’in mevzû ve muhtevasına nüfûz edebilmeyi ifade eder ki, ârifler bu âyeti o şekilde tercüme etmişlerdir. Onun derin anlamlarına nüfûz edebilmek için tathir, temizlenme (nefis temizlenmesi, nefis tezkiyesinden geçmiş olmak) gerekir.
Mesnevî de böyledir, Fusûsu’l-Hikem ve Fütühât-ı Mekkiyye de böyledir… Belirli bir düzeye gelmeyen insanlar bu metinlerden bir şey anlamazlar. Metinlerden bir şey anlamayacakları için de «Mesnevî’ye dokunmalarına müsaade yoktur.» denmiştir. Bu mecâzî olarak söylenmiş bir sözdür. Yoksa ellemesinler, el sürmesinler anlamında değildir. El sürüyorlar zaten, herkes sürüyor. Ama şu bir gerçektir ki, eline alan bazı insanlar: «Ben bu Mesnevî’yi okudum, hiçbir şey anlamadım, hikâye anlatıp duruyor.» veya «Bana uygun olmayan gayr-i ahlâkî ifadeler var.» diyerek elinden atabilmektedir. Tarihte Hâricîlerin bir zümresi vardı. Kur’ân-ı Kerîm’de geçen Yusuf kıssasını kendi Mushaflarından çıkarmışlardı. Bunun vahiy olduğunu inkâr etmiyorlardı. «Vahiydir ancak biz bunu namazda okumayı edebe mugâyir ve ahlâka aykırı görüyoruz.» diyerek -sümme hâşâ- Allah’tan daha ahlâklı olduklarını bir bakıma iddia ediyorlardı.
Rahle-i nebevîden geçmeyen kişi Kur’ân-ı Kerîm’den bir şey anlamamıştır ve onu inkâr etmiştir. Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm’i inkâr etmeden evvel, önce Hazret-i Muhammed’in mektebinde eğitilmiş olmak gerekir. Bu durum yüksek hikemî eserler olan Mesnevî-i Şerîf ve Fusûsu’l-Hikem gibi eserler için de geçerlidir. Gerekli tâlimden geçmeksizin bunları eline alıp hakkında yorumlar yapmak yanlıştır. Önce Aşk-ı Mevlânâ’da yanmazsanız Mesnevî size konuşmaz. İrfân-ı Muhyiddîn’den feyz almaksızın, bu potada pişmeksizin, Fusûs, size hiçbir şey söylemez.
Yüzakı: Mevlânâ, böyle bir cümleyi anlamayan, art niyetli muhalifler için söylüyor şüphesiz. Oysa kendisi, kapalı meseleleri bile anlaşılır hâle getirmek için hikâye üslûbuyla idrakleri açmıştır. Hâl böyleyken kimilerinin aydın kimliği ile kalkıp Hazret-i Mevlânâ’ya ve Mesnevî’ye bugün de haksız tenkitler yöneltmesine ne diyorsunuz?
Mahmud Erol KILIÇ: Bu tabiî bir süreçtir. Âyette ne buyurulur: «Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?» Dolayısıyla bilgide ve zevkte dereceler vardır. Herkes kendi durduğu yerden hakikate bakar, Hazret-i Peygamber’i anlamak bir seviye işidir. Herkes Hazret-i Peygamber’i anlayamayacağı gibi Urfalı Nâbî’nin tâbiriyle:
Herkes çekemez kemân-ı Muhyiddîn’i…
Herkes Muhyiddîn’i Arabî’nin kemanını yani yayını çekecek pazuya sahip olmadığı için onu anlayamayacaktır. Aynı şekilde herkesin Mevlânâ’yı anlamasını beklemek de beyhûde bir uğraştır. Bu tabiî bir hâdisedir. Tabiî olmayan burada iftiraya varan, Hazret’e -iftira düzeyinde kendi yorumlarını Hazret’e yakıştırmaktan ibaret- olan bu iftiralardır. Ehlullah bundan rencide olur. Hem onlar bunu sîneye çekse bile Hak kabul etmez. Gayretullaha dokunur. Tokat da fena çıkar. Kabağın sahibi var efendiler.
Yüzakı: Mesnevî gibi üst seviyede kaleme alınmış eserlerin hem hâiz oldukları kıymet hem de anlam dünyasının birçok kişiye kapalılığı bu tür eserler üzerinde tarih boyunca sayısız çalışmalar yapılmasını da beraberinde getiriyor. Mesnevî üzerine yapılmış en önemli çalışmalardan bir kısmını sayabilir miyiz?
Mahmud Erol KILIÇ: Sadece birkaç örnek vereyim…
Mesnevî-i Şerîf deyince akla gelen ilk isimlerden birisi hiç şüphesiz İsmail Ankaravî (Rusûhî Dede)’dir. Ankaravî, Mesnevî üzerine farklı özelliklerde eserler kaleme almıştır. Bunlardan en önde geleni Minhâcü’l Fukarâ isimli şerhidir. Yine aynı şahsın Mesnevî’yi seyr u sülûk derecelerine yani nefis mertebelerine göre tanzim ettiği bir kitabı bulunmaktadır: Nisâb-ı Mevlevî adında.. Bunun gibi birçok klâsik şerh ve tasnif örneği saymamız mümkün. Ancak bu bir röportajın hududunu aşan bir mevzu… Sadece şunu söyleyeyim: İrfan geleneğimizde yüzü aşkın Mesnevî Şerhi bulunmaktadır. Bunun en son örneklerinden birisi de son devir Mevlevîlerinden Ahmet Avni Bey’in şerhidir.
Şerhlerden sonra tercümelere gelecek olursak… Diğer dillere yapılmış tercümelerinden bahsettik. Türkçeye yapılan tercümelere baktığımızda iki tür tercüme görmekteyiz. Birisi manzum diğeri ise mensur tercüme… Manzum tercümenin en önde gelenlerinden birisi Nahîfî’nin tercümesidir. Merhum Âmil ÇELEBİOĞLU bu kıymetli çalışmayı kültür dünyamıza kazandırmıştır. Mensur tercümelere ise günümüzden iki örnek Abdulbâkî GÖLPINARLI’nın ve Şefik CAN’ın tercümeleridir. Özellikle Şefik CAN Hoca’nın tercümesi anlaşılırlık noktasından gayet güzel bir çalışmadır. Şiiriyet çok gözetilmemiştir.
Yüzakı: Hocam, bir de şöyle bir önemli nokta var: Mevlânâ’yı ve Mesnevî’yi günümüzde farklı mihraklardan pek çok kimse farklı şekillerde sahipleniyor. Bunu nasıl yorumlamalı? “Ne olursan ol gel!” ifadesindeki maksadı bu çerçevede açıklar mısınız?
Mahmud Erol KILIÇ: Her şeyden önce, Hazret-i Mevlânâ portresini doğru çizmemiz gerekiyor. Bu portreyi ancak kendisinin söylediklerinden yola çıkarak doğru çizebiliriz. Söylediklerinden hareketle ona baktığımızda Hazret-i Muhammed’in mektebine bağlı, silsilesi belli, yolu belli bir ârif görmekteyiz. Bu noktada tablo tümüyle nettir.
Ancak tabiî bazı insanlar kendi tuttukları yolu ve görüşü meşrûlaştırıp kendi propagandalarını yapmak için, böyle bilgelerin isimlerini ve eserlerini kullanabilmektedirler. Bu eserlerden bazı pasajlar siyak ve sibakları cımbızla ayıklanmak sûretiyle öyle bir şekilde ortaya konmaktadır ki, karşınızda bambaşka bir şahsın portresi oluşmaktadır. Ondan dolayıdır ki, Mevlânâ’yı doğru anlamak için onu bütün olarak değerlendirmek gerekir.
Ancak bir de şöyle bir noktayı gözden kaçırmamamız gerekiyor: Bizim âriflerimiz öyle âriflerdir ki, bu aşk mektebinde eriyenler kadar, onları art niyetle ve kötü niyetle alanlar bile bir müddet sonra dönüşürler, değişirler, güzelleşirler.
Malûm-i âlîniz Hazret-i Mevlânâ’ya izafe edilen bir söz vardır: “Ne olursan ol gel!” Bu söz hakikatinde Ebû Saîd Ebû’l-Hayr isimli bir zatın sözüdür. Ancak mânâ olarak Mevlânâ Hazretleri’nin meşrep ve tarîkine çok aykırı bir söz değildir. Çünkü o sözde: “İster putperest ol, isterse Mecûsî… Ne olursan ol gel!” denirken bir şey kastedilmektedir. Gel de, geldiğin gibi öylece kal anlamı yoktur burada. “Sen hele bir gel bakalım, bu eşikten içeriye hele bir adımını at; gerisi bize kalmış…” anlamı vardır. Nitekim Hazret-i Pîr’in dergâhının kapısının üzerinde şu ibâre yer almaktadır. Meâlen:
“Burası âşıklar Kâbe’sidir. Her kim ki buraya nâkıs gelir, buradan kâmil olarak çıkar.” Görüleceği üzre Mevlânâ: «Gel, buraya noksan olarak gel, noksan olarak çık.» demiyor.
Yüzakı: Hocam bu kıymetli ve istifadeli mülâkat için teşekkür ediyoruz.
Mahmud Erol KILIÇ: Ben de aynı şekilde size teşekkür ederim.
YÜZAKI Dergisi'nde yayınlanmıştır.
http://semazen.net/yazar_yazi.php?id=238